Yayında Olan Eserlerim

2 Kasım 2017 Perşembe

Şah İbrahim Veli Ocağı


Şah İbrahim Veli Ocağı
Fuat Bozkurt

En geniş kitle tabanı olan Şah İbrahim Veli Cağı, Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’a yayılmış Kızılbaş ocaklarından biridir. Ocak gerek yayılım alanı gerekse Alevilik içinde örgütlenme biçimi ile ilginç özellikler gösterir. Ocak doğrudan Şah İsmail ilke ve öğretisinin temsilcisi olmasına karşın, adını Şah İsmail’in büyük dedesi Şeyh Sadreddin İbrahim’e dayandırır. Erdebil’de köklü Şeyh Safi tekkesi bulunmasına karşın onu değil de ikinci kuşaktan torunu İbrahim’i ata olarak benimser
Ocağın Anadolu’daki merkezi Malatya'nın Mezirme -yeni adı Balıklaya- köyüdür. Ocaktan gelen dedelerin Anadolu’ya buradan yayıldığı bilinir. Ocağa bağlı talipler daha çok İç ve Doğu Anadolu’da Kızılbaşlarıdır. Ocağa bağlı taliplerin yüzde doksanını Türk kökenliler oluşturur. Kürt kökenli taliplerin oranı düşüktür. Ocağın Hacı Bektaş Tekkesinde postu bulunmaz. Ocak Dede Garkın Ocağını kendisine pir, Seydi Ali Kızıldeli Ocağını musahip kabul eder.
Bütün bu özellikler bizi Anadolu Aleviliğinin derinlerine, birtakım tarihsel olaylara götürüyor.
Ocağın Şah İsmail öğretisinin temsilcisi olması onu Kızılbaş ocakların öncüsü konumuna getirmiş. Hacı Bektaş tekkesi ile arasına mesafe koymasına neden olmuş. Bir anlamda Şah İbrahim Ocağı Hacı Bektaş tekkesinin karşı konumunda bir ilkeleri içerir. Gerçi Hacı Bektaş’ı ulu bir eren sayar, ona saygı duyar, ama tekke ile arasında uzlaşmazlık vardır. Siyasal olarak onun karşısında yer alır. Hacı Bektaş Tekkesi Osmanlı yanında yer alırken, Şah İbrahim Ocağı, buyruklarını doğrudan Erdebil’den alır. Onun öğretisini uygular. .Hacı Bektaş Tekkesini Osmanlı’nın yanında yer aldığı için davaya ihanet etmiş sayar. Onların ardından giden onlarla bağlananları halk söyleyişi ile “Dönük” günümüzde Türkçesi ile “Dönek, dönmüş” sayar. Bu terim, siyasal anlamda olduğunca tarikat uygulaması için de geçerlidir. Şah İbrahim süreği ile Bektaşi süreği uygulamada birbirinden ayrılır. Şah İbrahim süreği, -genel anlamda Kızılbaş süreğinin ilkelerini benimser. Sonradan tarikata katılımı  reddeder. Bir kişi ancak doğuştan toplumun içinden gelince Kızılbaş süreğini özümser. Şah İbrahim süreğinin de başat ilkesi budur. Anadili gibi yaşanan çevrede kazanılan bir kimliktir. Bu bakımdan sonradan katılıma izin vermez.
Tarikata girmek, görülüp sorulmak için musahip tutmak gerekir. Musahipsiz yetişkini erenler meydanına almaz. Tarikat lokmasından yemesine izin vermez. Bu lokma bilindiği gibi tercüman lokmasıdır. Cem kurbanları belli bir hizmet düzeni içinde dualanıp kesilip pişirilir. Her aşamada belli törenler vardır. Her işi bir hizmetlisi vardır ki, bunlar 12 hizmet sahiplerinden sayılırlar. Kurbanın yenilmeyen iç organları ile, postu toprağa gömülür. Bu dikkate değer özgün Şamanik inanış yalnız Şah İbrahim ocağına bağlı Ankara yakınlarında Çubuk çevresindeki köylerde uygulanır.
Yayılım alanının genişliği içinde kimi farklılıklar olmasına karşın, ocağın on iki hizmet uygulaması birlik gösterir. Halep çevresinde başlayan, Karadeniz’e değin uzanır. Malatya, Sivas Tokat illeri eksen sayılır. Bir hilal gibi genişleyen alanın bir ucu Azerbaycan’a dayanır. Güney Azerbaycan’da yaşayan Şah Sevenler ile birleşir.
Doğrudan Erdebil süreğini uygulayan bir ocak olması nedeniyle siyasal seçenek bakımından Osmanlı’ya karşı Safevi yanında yer alır. Buyruklarını oradan alır ve kendine bağlı müritlerini bu doğrultuda yönlendirir. Elimizdeki belgeler Erdebil-Mezirme ilişkisinin uzun süre sürdüğünü gösterir. Yine elimizdeki bir mektuba göre Aydına kadar uzanan alanda bilgilendirme ağı sürer.
Şah İbrahim Ocağını güçlü bir örgütlenme geleneği var. Dede Garkın ocağını pir, mürşid sayıyor ve Kızıldeli ocağını ise musahip seçiyor. Bu örgütlenme düzeni, bilinçli bir seçimin ürünü olarak değerlendiriyorum. Dede Garkın ocağı, Anadolu’ya en erken dönemlerde gelen ocaklardan biri, belki de en eskisi. Doğal olarak Anadolu Aleviliğinde saygın bir yeri var. Ama Hacı Bektaş  ocağı konumuna gelememiş, Belli bir oranda kitle tabanını da yitirmiş. İşte bu evrede 17-18. yüzyıllarda yeniden örgütlenen Şah İbrahim ocağı, artık yol ayrımı içinde bulunduğu Hacı Bektaş Tekkesine karşı Dede Garkın adından yararlanıp kitle tabanını oluşturuyor. Bunu, yine Anadolu’da köklü bir Kızılbaş ocağı olarak yayılmış Kızıldeli ocağını musahip seçerek bütünleşiyor. Böylece Anadolu’da Hacı Bektaş Tekkesi uygulamalarına karşı ortak Kızılbaş cephe oluşturuyor. Ama bu noktada da ilginç bir yo izliyor. Hacı Bektaş Tekkesi ile kavgalı ama Hacı Bektaş’la değil. Hacı Bektaş’ı ulu bir eren sayıyor. Onunla en küçük sorunu yok. Sorun, 16. Yüzyıldan sonra değişin Tekke yönetimi ve uygulamaları ile ilgili.
Çünkü 16. yüzyılda Hacı Bektaş Tekkesinde başkalaşım yaşanıyor. Tekke siyasal olarak Osmanlı Devletine sıkı sıkıya bağlanıyor. Tekkenin başına getirilen Balım Sultan Tekkenin işleyişinde birtakım düzenlemeler getiriyor. Dedelerin soydan gelme ilkesini kaldırıyor. Atanma yolu ile gelen Baba düzeni getiriyor.. Hıristiyanlıktan esinlenerek babalara evlenme yasağı getiriyor. Böylece ocağın kendi içinde de çatlamasına neden olan Ocaklı-Babalı ayrımı ortaya çıkıyor. Babagan-Dedegan kolları ayrımı doğuyor Anadolu’da daha geleneksel soydan gelen dedeler egemenliği sürse bile, dikme babalar yaygınlık kazanıyor. Balkanlarda ise daha çok, evlenmemiş babalar etkin oluyor. Günümüzde Arnavutluk, Makedonya, Bosna gibi bölgelerde evlenmemiş babalık kurumu böyle bir geçmişe dayanıyor. Bunlar “mücerret” diye anılıyor.
Şah İbrahim ocağı ve Kızılbaş inancı kesinlikle böyle bir örgütlenmeye karşı çıkıyor. Buyruk’un Pir bölümünde "yalnız ve yalnız Muhammed-Ali'nin soyundan olan kimsenin pirliği geçerlidir" deniyor. Atanmış din görevlisi ilkesini benimsemiyor. Yine Buyruk’ta yer alan “mücerret” bölümünde bunun açık bir eleştirisi konumunda. Mücerret bölümü ise tümüyle Bektaşilikteki evlenmemiş babalar örgütüne ağır bir eleştiri durumundadır. "Mücerretin imamlığı, mürşitliği söz konusu olamaz. Mücerret bir kimse ulu Tanrı'nın gücünü, enbiyanın mucizesini, evliyanın ve­layetini, şeyhlerin kerametini ve bilginlerin ilimlerini gösterse ve yeşil kanat ile göğe uçsa vurup kanadını kırın! Ona imamlık ya da mürşitlik yaptırılmaz!" denir.
Kızılbaş ocaklar evlenmeyi yaşam için zorunlu bir ilke olarak görürü. Geçmişte evlenmemiş ululara saygılıdır, ama onları özel kişiler olarak tanımlar. Bu nedenle Buyruk’ta Mücerretliğin dört kişiden kaldığı söylenir ve şöyle açıklanır:

Birinci İsa Peygamberden kaldı. İsa Peygamber mücerret olduğu için göğün dördüncü katına dek çıkabildi.
İkinci, Selman-ı Farisi[1] kaldı. Selman-ı Farisi 366 ya­şında yaşlı biri idi. Ama, kendi endamını kendi kasmayınca Hazreti Resul'ün katına çıkamadı.
Üçüncü, Veysel-i Karani'den kaldı.
Dördüncü, Hacı Bektaşi Veli'den kaldı.
Hacı Bektaş Tekkesi ile Şah İbrahim ocağı arasındaki ilkede beliren ayrımlar ayrıntılara değin iner. Öncelikle Bektaşilik sonradan katılıma izin verir. Bektaşi olabilmek için Bektaşi bir aileden gelmek, ya da böyle bir çevre içinde büyümek zorunlu değildir. Bu zorunluluk ortadan kalkınca, Bektaşilikte yola katılım töreni, Kızılbaş ocaklardaki ikrar töreninin yerini alır. Musahipliği ortadan kaldırır. Bu tören aynı zamanda erkan altından geçme törenini de kaldırır. Pençe denen elle sıvazlama uygulanır. Anadolu Aleviliğinde Pençeci-Erkancı ayrımı böylece ortaya çıkar. Şah İbrahim ocağı ile birlikte özgün tarikat geleneğini uygulayan Kızlbaş ocakları erkan ağacını kutsal sayıp görüm cemlerinde musahip aileler bununla tavaf edilirler.


Ocak Merkezleri
Ocağın Anadolu’daki merkezi Malatya Hekimhan’a bağlı eski adı Mezieme olan Balıklaya köyüdür. Ocaktan gelen aileler kendilerini doğrudan Safrvi soyuna bağlar, onun ardılları olduklarına inanırlar. Ellerinde bulunan soyağacı da bu içeriktedir. Köyde tarihsel Karadirek tekkesi bulunur. Anadolu’nun çesitli yerlerine uzanan ocağa bağlı dedeler de bu aileden ayrıldıklarına inanırlar. Ocağın geniş alanlara uzanan yayılımında ulaşabildiğimiz belgeler şöyledir:

1. Ballıkaya
Malatya'nın Hekimhan ilçesine bağlı Mezirme köyü kayalar arasına gömülmüş bir kaleyi andırır. Geçmişin derinliklerinde kendini saklamak ister gibi iki derenin arasına gizlenmiştir. 80'li yıllarda toprak kayması yüzünde köy yukarıya düzlüğe taşınıncaya dek dik vadiler arasına sıkışmıştır. Her tür meyve sebze ağaçlarının doldurduğu verimli topraklar, Şah İbrahim Ocağı dedelerinin kazancını oluşturur.
Soyumun olası izlerini aramak üzere, bir bozkır yazında Malatya yolundayım. Sivas'tan Malatya'ya uzanan yolu otobüsle alıyorum. Hemen yanımda Aşık Ali Kurt oturuyor. Ali Kurt ile aile bağlarımız yüz elli yıl öncelere iniyor. İki ailenin de ortak yanları Malarya kökenli olmaları. Atalarımız üç kuşaktır Malatya-Sivas-Tokat dolaylarında Alevi köylerinde cem yürütmüşler. Benim soyum "dede" olarak posta oturmuş, Aşık Ali'nin soyu ise zakirlik deden aşık hizmetini yerine getirmiş. O dönemlerde çağcıl taşıtların işlemez. Dede ile aşık atlarına binmişler kara kılıflı bağlamaları sırlarına sarmışlar. Sarkık bıyıklar kış soğuğunda buz tutarak kendi ocaklarına bağlı köylere doğru yola çıkmışlar. Şah İbrahim Veli ocağın köylerinde Türkçe adı ile "görgü" ya da "görüm", Arapça adı ile cem törenlerini yerine getirmişler. Ali Kurt ile böylesine eski geçmişe uzanan aile bağımız şimdi dördüncü kuşakta başka bir amaca yönelik olarak sürüyor. Alevi töre ve törenlerindeki motiflerin gerçek kökenlerine ilişki, yöre insanının geçmişi ile ilgili kopuk halkaları bulmaya çalışacağım. Dağılıp giden. unutulmaya yüz tutan bir kültürün izlerini arayacağım.
Prof. Dr. İlhan Başgöz ile Halkbilimci, fotoğrafçı Oğuz Aktan önlerde oturuyorlar. Aşık Ali Kurt kara kılıflı sazını ayaklarının arasına yaslamış, dağları bozkırları izliyor. Oğuz Aktan çekim gereçleri, uzak alıcılar, görüntü ayarlayıcılarla dolu çantasını iki gözü gibi koruyor. 20 Temmuz 1986 gününün kızgın yaz sıcağını yaşıyoruz. Ballıkaya'ya yapacağımız sözlü kültür derleme gezisi başlamıştır.
Mezirme, Malatya'nın 35 km kuzeydoğusuna düşer. Dağlar arasında yol aşmaz, kervan geçmez bir kuytuda yer alır. Alevi köyleri arasında özgün bir yeri var. İlerde ayrıntı ile anlatacağımız kutsal Karadirek tekkesi köyü süsler.
Şimdi 21 Temmuz 1986 günündeyiz. Malatya kızgın yaz sıcağını yaşıyor. Boğucu yaz sıcağı altındaki kent Kaysı bayramına hazırlanıyor. Ama bizim için önemli olan Ballıkaya. Ocağımıza bağlı Eğribük köyünden son talipler (Minnet Koluaçık, eşi Nadire ve yakınları) Hekimhan garajına gelmişler, bizi yolcu ediyorlar. Geleneksel giysiler içinde aydınlık yüzlü Anadolu insanları. Minnet Amcanın üzerinde yörede giyilen şalvar ve yelek var. Bıyıkları sarkık, yüzü dingin. Prof. Dr. İlhan Başgöz, sözü bir özü bir bu insanlara hayran hayran bakıyor. Dudaklarından yavaşça "biz aydınlar, bu insanlara yaraşır kimseler olamadık. Bu insanların içtenliklerini bizlerde bulmak olası değil"  sözcükleri dökülüyor.
Malatya-Ballıkaya arasında uzanan 35 kmlik yolu bir köy minibüsü ile üç saatte alacağız. Dağlar aşıp dereler geçeceğiz. Dağ yamaçlarına kurulmuş bağ evlerini, yeşillikleri izleyeceğiz. Çıplak dağ yamaçları yer yer kaysı bahçeleri, üzüm bağları ile süslü. Yeşillikler boz dağlara serpiştirilmiş gibi. Göz alabildiğine uzanan yaşlı ve yorgun dağlarda, tekdüzeliği bozan  biricik öge bu yeşillikler. Yaşlı dağlara kurulmuş binlerce yıllık uygarlıklar geçmişe gömülmüş. Şimdilerde yapılan Karakaya barajının altından izleri toplanıyor ve Malatya Müzesinde sergilenmeye çalışılıyor. Anadolu büyük uygarlıklar anası. Çok değişik oğulları kucağında büyütmüş. Şimdi Türk insanına bağrını açmış.
Yeni adı ile Ballıkaya, eski adı Mezirme dağlar arasına sıkışmış bir köy. Eski dönemlerde kış aylarında kent ve köylerle bağlantısı kesilirmiş. Yazın bile ulaşılması zor bir yerleşim birimiymiş. Gerçekte köyün yerinin çok bilinçli seçildiği anlaşılıyor. Karadirek tekkesi Sulucakaraöyük'teki Hacı Bektaş tekkesine karşı kurulmuş bir ocak.
Tekkelerin Anadolu Türkleri üzerinde önemli bir işlevi olduğu bilinen bir gerçek. Osmanlı'nın kuruluş döneminde sayısız katkıları olan alp erenlerin çoğu bu tekkelerde yetişmiş dervişler. Geyikli Baba, Abdal Musa, Koyun Baba ve daha niceleri derviş oldukları ölçüde, savaşçı gaziler. Bunlar Türkmenler arasında gezerler. Öğretilerini özgürce yayarlar. Öğretileri genelde Şaman kökenli gizemci islamlıktır. İlk Osmanlı Sultanları Urum erenlerine hoşgörülü davranırlar.
Şah İbrahim soyundan Hüseyin Yılmaz ocağın soy kütüğünü 1986 yılında yeni yazıya çevirtip Ankara'da 11. Notere onaylatmış. (No: 44178). Bu soykütüğü şöyle ilerliyor:

Ebu Talip
Abdul Muttalip
Abdullah
Hz. Muhammet
Hz. Ali- Fatımatuz Zehra
İmam Hüseyin
İmam Zeynel Abidin
İmam Muhammed Bakır
İmam Cafer Sadık
İmam Musa Kazım
Ebul kasım Hamza
Abdul kasım Muhammet
Ahmet-el Ababi
Seyit Muhammet
Seyit İsmail
Seyit Muhammet
Seyit Cafer
Seyit İbrahim
Seyit Muhammet
Seyit Hasan
Seyit Muhammet
Seyit Şeref Şah
Seyit Muhammet
Firuz Şah
Avaz-el Havas
Muhammet el- Hafız
Selehattin Reşit
Kutbettin
Şeyh Salih
Eminettin Cebrail
Saffettin İshak
Sadrettin Musa
Hacı Hoca Ali
Sadrettin İbrahim > Şah Hüseyin, Şah Veli, Şah Mustafa, Ali
Şah Cüneyt
Şah Haydar
Şah İsmail Safevi
Şah Tahmasb
Şah Hudavendigar
Şah Abbas
Şah Veli
Şah Hüseyin
Şah İsmail
Şah Murtaza
Şah Murtaza
Şah Beşir
Şah Hacı Ali
Şah Paşa (Paşoğ Dede)
(1935 sonrası Öztürk/ Oktay/ Kutlu ve Yılmaz aileleri)
Hacı Ali (1935 Yılmaz)
Hüseyin, Haydar, Paşa, Burhanettin, Selman

Soykütüğü, tüm soykütüklerinde olduğu gibi, birbirini tutmayan pekçok adla dolu. İçinde sıcak bilgi yok denecek ölçüde az. İşte pek az işe yarar kesitler:

"Bay Selalul-el- Saddet el-azem, Mir Haydar orlu Hacı Seyit Ali Dergaha, Kutb-el- arifin Burhan Salkın hazretlerinin huzuruna geldiler. Büyük dedesi, Şeyh Safiyettin Seyit İshak ve babası Seyit Cebrail Eminettin ve Sultan Haydar ve Sultan Cüneyt ve Sadrettin ve Şah İsmail ve Sultan İbrahim ve Şeyh büyüklerini saygıyla ziyaret etti ve birkaç gün mübarek dergahta misafir kaldılar. Dergahta bulunan bütün kişiler bu misafiri ağırlamakta herhangi bir hizmeti eksik bırakmadılar ve Hazreti Mir Haydar'ın dergaha gelmesinden çok menmun ve hoşnut oldular. Selam ve dua yaptık. Bütün amcalar ve yakınları Mir Haydar'ın emrinde ve itatinda ve sizlerden de talep ediyoruz ki, Mir Haydar'ın müridi ve ona saygı gösteriniz ve onun hakkında saygısızlık ve kusur işlemeyiniz ki, Allah ve onun resulü razı olsun. 6 Sefer 1321 Hicri. Muhammed el Musevi.

"Bu yazıdan hedef, mütevelli başı, Mir Haydar hazretleri huzurunda kendilerini ağa iltifat ve merhamet eyleyip kendilerine halife unvanı verdiler. Ve Mir Haydar hazretlerini Halife lakabiyle onurlandırdılar. Sizlerden talepte bulunuyoruz ki, kendisi halife unvanıyle çağrılsın. Kendileri mübarek dergahın halifesi ve bu onur için verilen şerbet ve tatlı sarf olundu. 6 Sefse 1321."

"Mubarek dergahın kapılarından olan kıble semtindeki gümüş, giriş kapısı saf altın, giriş kapısı yanındaki pencere 20 ayar gümüş, Şah İsmail hakk-ı türbenin kapısı gümüş, Şeyh Safiyetti, eşi ve çocuklarının defin olduğu haremin kapısı gümüş, (tür). Gümüş kapıların yazı masrafı fazla olduğu için yazılması mümkün değil. İçerideki birinci kapı gümüş ayardır. Türbenin ve Şah İsmail, Şeyh Safi evin kubbesi 4 ayardır. Birinci avlu kapısı ... ayar, ikinci avlu kapısı ... ayar, üçüncü avlu kapısı ... ayar. Ana giriş kapısı ve Şeyhin evi 2 ayar. Şeyh Safiyettin'in babası Seyit Cebrail'in kapısı 4 ayar.
Ne altından ne de gümüşten, erkeklerin çetininden
Kadınların merhametlisinden, adı peygamber adı olan
Dağları korkuyla dolduran kırmzı çete gibi
Gördüğümüzde onu geçmeyeceğiz.

Her konuda öğreneceksiniz, bilgilerin sultanı, doğru yolu tutanlara  en büyük isbat olan Şeyh Safiyettin İshak Aleyhullah. Bu yazıları Hacı Mir Gafur Şeyh Safiyettin Hazretleri (yazdı). Sefer ayı 1321 Hicri.

1986 yazında, İlhan Başgöz / Oğuz Aktan'la araştırma gezimiz, bize kimi çağrışımlar yaptırıyor. Dede ocağının yapısı, bir vadinin iki yamacına yerleşmiş renkli taşlardan yapılmış evler, evler arasında yer yer meyve bahçeleri. Eski Mezirme bu. Bir bir yitip giden yaşlılar gibi, Eski Mezirme de ölüyor. Köyün yerleştiği iki dağ yamacında kayma olmuş, devlet köyü hemen yukarıdaki tepenin üzerine yerleştirme kararı almış. Önümüzdeki yıl Ballıkaya köyü, tepenin üzerindeki çinko çatılı evlerden kurulu yerleşim merkezinde olacak. Eski tandırlar, toprak damlı evler üzerinde kaysı kurutma dönemleri bitecek. Yeni olanaklarda yeni yaşam biçimi başlayacak. Karadirek tekkesi de yeni yerleşim alanında yerine almış. Yeğenim Yusuf Ziya Bozkurt'un çizdiği yapıçizime göre yapımı sürüyor. Ama geçmiş nasıldı? Dedelik nasıldı? Bir taşlama bize geçmişte dedeliğin ve dedelerin durumu üzerine ilginç bilgiler veriyor:

Aç kurt gibi birleşip gezerler
Zemheri kurduna döndü dedeler
Ne yapsın talipler sanki yırtıcı
Hep canavar oldu gitti dedeler

Talip tavuk oldu dedeler tilki
Bir tavuk kalmadı talipte belki
Elgük erek derken hep yedi tilki
Bundan sonra sikimi yer dedeler

Bu ne iştir, ne gidiştir erenler
Böyle m etti sizden önce gelenler
Söylerlerdi eskilerden kalanlar
Buna derler kepazelik dedeler

Düşünmez dedeler bu ne gidiştir
Ne al, ne amel ne gibi iştir
Ne derler bahardır, ne güz, ne kıştır
Şimdi olup Seterekli dedeler

Sanmayın aşıktır söyleyen dertli
Kimisi piyade kimisi atlı
Şimendifer hareketli, süratli
Dağıldı köylere seyyar dedeler

Kimisi şeyh olmuş, kimisi arif
Her biri, bir sürek ediyor tarif
Kemal nedir, irfan nedir maarif
Mürşid oldu delikanlı dedeler

Şeyhlenmesin her kim bilmezse sözün
Dilenci talibe çevirtti yüzün
Ne kışındır, ne güzündür, ne yazın
Seçilmiyor kalburcudan dedeler.

Ne kürtlüktür, ne seyyarlık dedelik
Ne zorbalık ne ayyarlık dedelik
Gitti elinizden bilin dedelik
Edersiniz sonra eyvah dedeler

Bilmezsiniz nedir ehli halimi
Gücüm yetmez nidem, hüküm galibi
Bin senelik Şah İbrahim talibi
Çundurdunuz yörüklere dedeler

Yeter ettiğiniz, dedeler yeter
Hıdır Abdallıdan ettiniz beter
Bülbül olmaz ötmeyle kartal
......

İçmeye bulmayan bir kaşık katık
Ayağı çarıklı, şalvarı yırtık
Yeter ettiğiniz, yetmez mi artık
Bal şerbeti, çay isteyen dedeler

Talip yüzünüzden bezdiği için
Rakip bu hali sezdiği için,
Etmeyi, tutmayın dediği için
Dede demez Yemenli'ye dedeler.

Soykütüklerinin karmaşık dili, sürekli yinelenen ad sıralaması yanında deyişler bir soluk aldırıyor ve çok daha fazla bilgi veriyor yaşamdan, yaşantıdan. Yukardaki deyiş de öyle. 19. Yüzyıl sonlarında yaşamış Yemenli. Yemene asker gitmiş, uzun yıllar Yemende kalmış. Okur-yazar, zeki bir kişi olduğu için subaylığa yükselmiş. Kimilerine göre Yemende de evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş. Askerlik görevi bittikten sonra -bu sürenin sekiz-on yıl olduğu söylenir- köyüne dönmüş. Yemenli mahlası ile deyişler yazmış. Halkın sorunlarına çözümler aramış. Bilgisine kimse erişemezmiş. Deyişleri yitip gitmiş. Elde kalan kırık dökük deyişlerinden biri yukardaki hiciv.
Ballıkaya'daki üçüncü akşamımız pek canlı ve içten söyleşilerle dolu geçiyor. Tüm köylü konuk olduğumuz Encümen Hüseyin Yılmaz'ın konağına toplamış. Gündüz kesilen kurbanın eti pişip yer sofrasına yerleştirilmiş, rakılar açılmış, Rakı bir Anadolu içkisi. Şu sofradaki tadını, sanırım en lüks lokantada veremez. En azından bizim için böyle. Okumuş okumamış Ballıkayalı dostlarla söyleşimiz sürüyor. Ev sahibimiz Encümen Hüseyin, Şah İbrahim Veli soyunun son temsilcisi olmanın onuru ile hizmet görüyor. Anılar anlatılıyor, söylenceler aktarılıyor. Çöküp gidiveren bir kültürün son kalıntılarını topluyoruz.
Söyleşini boyutları değişik düzeylerde sürüp gidiyor. Geleneksel kültürden gelen yaşlılar bir başka inançlı, yeni kuşak aydınlar bir başka inanmış. Söyleşi iki kesimin sorunlarını karşılamaktan uzak. Yanıtlar doyurucu olamıyor. Her düşünen baş kendi sorusuna yanıt istiyor. Koca kurban sofrası yüzyıllara dayalı inançları açıklayacak ölçüde büyük değil. Ekibimiz açısından ise, bilinmeyen geçmişi aydınlatacak güçte değil!...
Ev sahibimiz Encümen Hüseyin, kulağıma eğiliyor:
"Şu karşıda oturan dedeye, 'Muhammet, Ayşe ile evlenmiş' de bak sana ne karşılık verecek" diyor. Encümen'in söylediklerini doksanlık dedeye aktarıyorum. Kısa boylu, sakalı beline de uzayan Hüseyin Dede -dedenin görüntüsü şimdilerde Alevliğin Toplumsal Boyutları kitabımın kapağını süslüyor- tatlı bir öfkeye kapılıyor:
"Tövbe... Eti etine değmedi. Amaaa, bu da nereden çıktı?" diye bağırıyor.
Yanıt, Aleviliğe, Şii etkilerinin bir uzantısı. Cemel savaşında, Talha ve Zübeyr ile bir olup Ali'ye karşı savaştığı için Anadolu Alevisi Ayşe'yi bağışlamıyor. Hüseyin dede Anadolu Alevisinin bu öfkesini yansıtıyor.
Söyleşimizde asıl çelişki, çoğu öğretmen, müfettiş gibi geçmişini araştıran kuşaktan görülüyor. Ballıkaya, Akaçadağ köy enstitüsünün kuruluşu ile çağdaşlaşmaya açılmış. Her evden bir iki genç bu halk okulunda okuyup öğretmen olmuş. Alevi aydınlanma süreci böyle başlamış. 1986-87 ziyaretlerimizde geleneksel Alevilik içinde büyümüş yaşlı kuşak öğretmenlerle tartışıyoruz.
Ballıkaya'nın Köy enstitülü kuşağı 60'lı yaşları aşmış. Şimdilerde eski keskin görüşleri törpülenmiş.  Çağdaşlıktan yanalar. Tutucu eğilim ve düşünceleri geleneksel bir tutumla mahkum etmişler. Gel gelelim soylarının -aynı kökten geliyoruz- Hz. Ali'de geldiğine inanıyorlar. Ellerinde Erdebil'de düzenlenmiş soy kütükleri var. Bu soy kütüklerini Ankara'da bir yeminli çeviri bürosuna  Osmanlıcadan çevirtmişler. (Belgelerde bu çeviriler verildi). Sıkı sıkıya bu belgelerin doğruluğuna inanıyorlar. Adem’den başlayan ve 12 imamlara uzanan soy kütüğünü Karadirek tekkesine asmışlar. İkinci bir soykütüğü ise Muhammet'ten Öğretmen İbşir'e uzanıyor. Bu soykütüklerini tartışmasız sağlam belge sayıyorlar.

Sabah namazında çıktım Hozan’dan
Devah edin Mezirme’ye varınca
Arif olan özün sözden ayıra
Devah edin Mezirme’ye varınca

Şeyh Safi’nin gediğine çıkınca
Erdebil’in gonca gülün kokunca
Ballıkaya’nın balı akınca
Devah edein Mezirme’ye varınca

Belini vermiş taşa kayaya
Şah İbrahim dersi verip okuta
Yılan boğazından buğday akıta
Devah edin Mezirme’ye varınca

İsyani’nin dideleri kan ağlar
Üçyüz dörte kadem bastığı çağlar
Şah İbrahim yaramıza em bağlar
Devah edin Mezirme’ye varınca

Bir zamanlar çağdışı buldukları görüşleri kesik kesik bile olsa şimdi kendileri savunuyorlar. Bana ve Prof. Dr. İlhan Başgöz'e eleştiriler getiriyorlar. Bana:
"Baban Kurt Veli dede gelir, bize inanç aşlardı, sen nasıl bu görüşleri savunursun?" diyorlar.
"Size ikiyüzlülük edip yalan söylememi mi istiyorsunuz? Babam kendi çağı ve boyutları içinde bildiği doğruları söyledi, bense, kendi ufkum ölçüsünde doğruları söylemeye çalışıyorum. Babamdan ileri, oğlumdan geriyim" diye karşılık veriyorum.
Tümü Atatürkçü aydın görüşlü insanlar. Ama bir türlü geleneksel şartlanmayı kıramamışlar. Belli bir yerde tıkanma başlıyor. Sözgelimi köyün yetiştirdiği Vaylöğ Dede'nin kerametlerini anlatıyorlar. Bir yandan da Türklük bilinci içindeler. Hem öz Türk olduklarını söylüyorlar, hem Muhammet Ali'nin soyundan geldiklerini savunuyorlar. O çevredeki köy adlarının Oğuzun yirmi iki (ya da yirmi dört) boyunun  adı olduğuna dikkatleri çekiyorlar. Iğdır, Beydilli, Kızık, gibi köy adlarını sayıyorlar. Gerçekten o çevrede adı Türkçe olmayan tek köy Mezirme idi, onu da bu genç beyinler türkçeleştirip "Ballıkaya" yapmışlar.
Sonunda İlhan Başgöz'le dayanamayıp soruyor;
"Peki tümü iyi ama siz, Türk müsünüz, Arap mısınız?"
Tümü büyük bir övünçle "Türk'üz" karşılığını veriyor.
yleyse nasıl Muhammet soyundan gelirsiniz? Öz Türkseniz Muhammet Ali soyundan gelmiyorsunuz; Muhammet Ali soyundan geliyorsanız, Türk değilsiniz."
Ama aynı soydan geldiğim akrabalarım ne serden geçiyor ne yardan...
"Hayır Muhammet ve Ali Türktür" diyorlar.
Uzun uzadıya tartışıyoruz. Okumuşundan hiç okumamışına tüm köylüler Muhammet ve Ali'nin Türk olduğuna inanıyorlar.
"Nasıl olur? O çağda Arabistan'a Türkler gelmemişti" diyoruz.
1930'lu yılların romantik tarih dönemi bilgilerini bize kanıt gösteriyorlar. Şemsetti Günaltay'ın savlarını getiriyorlar:
Muhammet, İbrahim Peygamber'in soyundan geliyor. İbrahim Peygamber Türktü. Hitit Türklerindendi. Kur'an'da Muhammet 'Arap bendaen, ama ben Araptan değilim demiştir" biçiminde savunuyorlar.
Ne Hititlerin Türk olmadıklarını söylemek, ne de Muahammet'e dayandırılan o tümcenin ayet deği hadis olduğunu ve başka anlama geldiğini açıklamak bir çözüm getiriyor tartışmamıza. Bu kez ben bir soru yöneltiyorum onlara:
"Böylesine çağdaş ve bilinçli düşümüyorsunuz, ancak neden illa Muhammet ile Ali'yi Türk yapmak istiyorsunuz?"
Ve aynı onurla karşılık veriyorlar:
"Onları o pislikten çıkarmak istiyoruz" Ardından Öğretmen İbşir ekliyor:
"Dünyada tüm insanların inançları var. İnsanlar onsuz yapamıyor. İnsan inançla daha huzurlu oluyor. Bizim inançlarımız bunlar. Daha fazla deşmeyin."
Vaylöğ dede ise ayrı bir olay. Asıl adı Mustafa. Bu dedeyi çocukluğumdan düş gibi anımsarım. Tam şaman özellikleri gösteren delidolu bir dede idi. Çocuğu olmayanlara çoçuk tapşırırdı. Töreye göre, doğan çocuğa onun adı verilirdi. Çocukluk arkadaşlarımdan birini de onun tapşırdığı söylenirdi. Mustafa adının yanı sıra Vaylöğ lakabını da taşır onun duası ile doğan çocuklar.. Şamanik bu inanca Aleviliğin Toplumsal Boyutları kitabımda değindim.
Ballıkayalılar bu mantık içinde inanıyorlar. Hz. Ali'yi göçebe Türkmen geleneğindeki insanüstü kahramanı ile özeleştirmişler. Kimileyin Oğuz Kağan, kimileyin Dede Korkut. Ama en çok bilge Dede Korkut'tur o. Arap Ali, gerçek yaşamdan sıyrılmış. Eti ile kemiği ile bir Ail değil. Arap kültürü ile hiç ilgisi olmayan bir Hz. Ali yaşıyor Ballıkaya Alevileri arasında. Halk tarihçilerinin yazdığı, gerçeklere dayanmayan, söylencelerden kurulu tartışmasız doğru sayıyorlar. Ziya Şakir, Murat Sertoğlu gibi yazarların kitaplarını bilimsel doğrular kabul ediyorlar. Bu çağdaş (!) destek, bize karşı inatlarını pekiştiriyor.
Uzun söyleşinin ardından, Aşık Ali sazını eline alıyor. Deyişler, tevhitler çalıyor. Semah ezgisi vurmaya başlayınca, yaşı altmışın üzerindeki köylüler semaha giriyorlar. Yüzlerinde, inançlı bir anlam, pos bıyıklar yukarı kıvrılmış, kollar aynı düzeyde havada, eller havaya açık.Art arda dönüyorlar semahı. Görülmeye değer bir oyun. Aşık Ali, sazı ile sunduğu bu şöleni, Zihni'ye mal edilen Sebamülkü deyişi ile bitiriyor. Seba mülkü deyişinin Malatya, Sivas, Tokatn yöresi Alevileri arasında ayrı bir yeri var. İnanca göre bu deyiş, Şah İsmail'in utkularını anlatıyor. Daha sonraki dönemlerde Safavilerin savaşlarında askerleri coşturmak için "ceng-i harbi" Türkçe söyleyişle "savaş ululaması" olarak çalıp okunmuş. Savaş ululaması uzun bir yol katederek günümüze ulaşmış. İşte Dede Korkut'ta ve Şah Hatayi'de izleri:
Dede Korkut'ta hemen her kahramanın elinden kolça kopuz düşmez. Kolça kopuzun sapı kol boyunca uzanır[2].
Dede Korkut'un Kanturalı destanında Kanturalı er meydanına çıktığında kırk yiğidi kopuz eşliğinde onu öğerler:
Şah İsmail yiğit, disiplinli bir insan olduğunca büyük bir ozandır. Tebriz meydanında beyleri ile birlikte ok atarken Dede Korkut öykülerinden Kanturalı destanında olduğu gibi, ozanlar kopuzların eşliğinde onun yiğitliğini öğen türküler söylerler[3].
Şimdi Ballıkaya’da bu Koçaklamanın ezgilerini dinliyoruz. Gerçekten deyişin ezgisi insanın tüyünü ürperten türde. Çalınması çok zor bir parça. Nitekim
Saba mülkün verir bade
Dağıttıkça saba zülfün
Yıkar Çin mülkünü ahır
Harap eyler hata zülfün

Gence ile Karabağ’ı
Semerkant, Buhara dağı
Kurup Keşmir’de otağı
Horasan’dan yağa zülfün

Diyar-ı zulmette seyran
Eder İskenderi devran
Nebildir çeşmei hayran
Hızırdır rahmına zülfün

Olanı olmasa asker
Çekildi şamahan asker
Habeşte kesti çok serler
O Mehdi sahip zaman da zülfün

Erişti hükmü ağlıla
Kızıl elmayı fermenı
Çekip bende Tatar Hanı
Şahı Rüstem Şam’a Zülfün

Buhara ile Kerman’a
Haber gitti Horasan’a
Düşüp Pazar-ı ağlıla
Senin ile baha zülfün

Boyun selvi revan ettin
Duhanın enduha ettin
Acem mülkün yağma ettin
İran üzre Huıda zülfün

Şeyda bülbül, garip bülbül
Şeyda bülbül deli bülbül
Gel bizim ellere de bülbül

Giden aşıkların dadı
Elinde Zihni feryadı
Yeniden sahnı Bağdad’ı
Vuruptur Kerbela zülfün

Sekizli seslem ölçeğine göre yazılmış koçaklama çok yönlü ilginç. Kızılbaş inançlarına göre, bu deyiş Şah Hatayi’nin utkularını yansıtır. Alevi aşıklar çevresi, Zihni’yi Şah Hatayi’nin otağında yaşamış bir ozan olduğuna inanırlar. Zihni’nin “Vardım ki yurdundan ayak götürmüş” deyişini de Şah Hatayi’nin ölümü üzerine yazdığını söylerler. Deyişin “Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı” dizesi Alevi aşıklarca “Şahım gitmiş, ıssız kalmış otağı” biçiminde söylenir. Bayburtlu Zihni büyük bir halk şairidir, ama tarihsel bakımdan Şah Hatayi ile bir ilgisi bulunmaz. Bu bakımdan, yukardaki şiir, ya Bayburtlu Zihninin değildir, ya da Şah Hatayi için yazılmamıştır.
Ama deyiş gerçek bir koçaklama. Türk-İslam motifleri iç içe işlenmiş. Mehdi motifi yanında Kızıl elma yer alıyor. Peki ama nedir Kızıl elma:
Kızıl Alma, Türk düşününde bir ülkünün sembolü. Ülkü demek, yaklaştıkça uzaklaşan serabın, susuzlar üzerindeki etkisini anımsatan çekici bir ışık. Kızıl Elma, geçmişten günümüze birçok söylenceye konu olmuş. Eski Türk söylencelerine dayanıyor. Orta Asya Türkleri arasında doğmuş. Ergenekon destanında Ergenekon’dan çıkış ve yeni­den dirilişin ülküsü. Oğuzlar için, hangi yöne gider­lerse ulaşacakları utkunun adı. Sonuçta Türk ülkücülüğünde Kızıl elmanın ne olduğu bir türlü belirlenememiş bir sembol. Yüzyıllarca ona herkes, kendi düş dünyasında dilediği gibi anlam vermiş. Sonuçta Ziya Gökalp Kızıl Elma’yı bir bilim kenti, bir üniver­site kenti olarak çizmiş.
Kökende, Erdebil Tekkesi ile Hacı Bektaş Tekkesinin rekabet ve çekişmesi eskilere iner. Anadolu’da okunan Hatayi deyişlerinde Hacı Bektaş hep büyük pir olarak saygı ile anılır. Ama bu deyişlerin izi sürüldüğünde Hatayi’ye doğru yaklaşıldıkça, Hacı Bektaş adı daha seyrek geçer. Böyle olası da doğal. Bir, koca Şah Hatayi’nin Anadolu’da yaşamış bir ereni kendinden öne çekmesi, düşünülemez. Dahası, Hatayi’nin deyişlerinden birinde “Erenler Sultan Balım’ın nazar ettiği yoldur bu” gibi bir dize bulunur. Bu dizenin Şah Hatayi’nin olması kesinlikle olanaksızdır. Hatayi kendisine karşı Osmanlı’nın yanında yer almış birini yolun kurucusu sayamaz, övemez. Alan çalışmalının küçük ipuçları bu savımızı pekiştiriyor.
Öte yandan, Bektaşiler de Şah Hatayi’yi pek sevmezler. Gerçi yedi ulular arasında sayılır Hatayi. Ama Hatayi Sultan’ın Türk yazınındaki konumu Nazım Hikmet’in konumuna benzer. Gerçekte Hatayi Sultan ile Pir Sutan Abdal, Nazım Hikmet’in öncüleridir. Düşünceleri yadsınmasına karşın şairlik gücüyle direnmiş, ayakta kalmıştır üçü de. Hatayi Sutan’ın Bektaşi şiiri içinde pekişmesi de  1826’de Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonradır. Öyle ki, Şah Hatayi’nin deyişleri bile başka şairlere mal edilmiş. Bunun son örneği, A. Celaletti Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, Hacıbektaş 1986 kitabında Hatayi’nin Miraçlama’sını dedelerinden Feyzullah Efendinin şiiri olarak vermiş.
Bektaşilere karşı, Şah İbrahim ocağı daha soğuk. Aşık Ali, deyiş söylemeye başladığında Encümen Hüseyin şu tümcelerle uyardı:
“Aşık, Hatayi’den, Pir Sultan’dan söyle. Balım Sultan falan yok. Balını da …erim, pekmezini de. Ben kendi atamı dedemi överim!
Halktan bir insanın dudaklarından bu tümcelerin dökülmesi, beni şaşırdı.
“Dede yoksa benim yazdıklarımı mı okudun?”
“Yok imanım, senin ne yazdığından haberim bile yok.”
O tarihlerde ben, Bektaşi-Kızılbaş ayrılmasını ilk kez saptamış, ve bu bölünmenin Balım Sultan döneminde olduğunu biraz da çekinerek ortaya atmıştım. Ve hiç haberi olmayan Encümen Hüseyin Yılmaz dede, gelenekten gelen birikimle benim savlarımı doğruluyordu.

Karadirek
Mezirme, inanç ve duygu motifleri ile süslü bir Anadolu köyü. Köyün en önemli ögesi ise Karadirek tekkesi. Karadirek tekkesi, 16. yüzyılda Hacı Bektaş Tekkesinin Osmanlı ile bütünleşmesinin ardından ayrı bir önem ve işlev kazanmış. Kızılbaş direniş ve dayanışmasını pekiştirecek bir işlev üstlenmiş. Osmanlı yönetimi ile uzlaşan Hacı Bektaş tekkesine karşı, İran Türkmenlerince görevlendirilen dedelerin otağı olmuş.
Köyde bu savı destekleyen kimi belge ve veriler buluyoruz. Köyün kuruluşu üzerine anlatılan söylence yine destansı öğelerle donanmış. Köyün kurucusu Şah Veli, ocağını develere yükleyerek Erdebil’den çıkıp Mezirme’ye geliyor. Erdebil 15. yüzyılda, Şeyh Safi’nin kendi adı ile tarikat kurduğu Güney Azerbaycan’da bir kent. Erdebil tekkesinin Anadolu’ya kimi elçiler ve ajanlar yolladığı bilinen bir gerçek. Safavi ocağı bunlar aracılığı ile Anadolu içlerinde örgütleniyor.
Şeyh Cüneyt’in Osmanlı ülkesinde çalışmasına izin verilmemesinden sonra, Erdebil tekkesi örgütlenme işini daha üstü kapalı yapıyor. Oğlu Şeyh Haydar döneminde Anadolu ile ilişkiler iyice pekişiyor. Ocağın İran’da pek az yandaşı bulunuyor. Baş Azerbaycan’da gövde Anadolu’da olan ocak İşlevini daha çok Anadolu’da sürdürüyor. Anadolu Türkmeni adak ve ödülleri ile ocağı besliyor. Anadolu Türkmeni, Şeyh Haydar’ın yeniden güncellik kazandırdığı Türkmen başlığını giymeye başlıyor. Bu, beyaz bir tülbent üzerine sarılan, yukarıya doğru gittikçe sivrilen on iki dilimli bir başlıktır. Başlığa “Haydari Tac” adı veriliyor. Anadolu’daki yandaşlar ‘selam’ yerine birbirine “şah” diyorlar. Hac yerine Erdebil’e gidiyorlar. Şeyh Safi soyunu ziyareti hac sayıyorlar. Bu durumu eleştirenler “Biz ölüye değil, diriye varırız” karşılığını veriyorlar. 1488’de Şeyh Haydar öldüğünde Erdebil Tekkesi ile Anadolu Türkmen’i arasındaki ilişki bu düzeye geliyor. 12 yıl sonra Erdebil Tekkesi, Şah İsmail yönetiminde devletini kuruyor.

Aydın’a Uzanan El
Şah İbrahim ocağının bir ayağı Aydın iline dek uzanıyor. Malatya Ballıkaya’da elimize geçen bir belgede söyle sesleniliyor:

1. Aydın Vilayeti dahilinde bulunan babalara
2. Harmanlı’da Eymirli Mehmet Efendi’ye
3. Sarıcaova’da Çakır Baba’ya
4. Gelenbe’de Hasan Baba’ya ve umum talibâna

Ankara vilayeti dahilinde mütemekkin Şah İbrahim Veli evladından Deli Musa’nın Cemal Efendi tarafından halife çıkarılarak, icazetnâme tesmiyesiyle yedine verilmiş olan fuzili bir varakaya istinaden, oğlunun Aydın havalisinde bulunan müridan içinde gezüp dolaştığı ve gezisinde teklif-i bi’atle varaksız varanları tanımak vadisinde haylüce fesad ve hatalara uğrattığı ma’ateessüf istihbar kılındı. Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin velayet ve keramet-i hali masiva edüp yalnız ibadet-i Hak’la iştigal eylemekde iken, âb u dâne-i hayatı nihayet bulduğu dahi kabil-i inkar olamıyacağına nazaran; Cemal Efendi’ye mülk-ü mevrus gibi Hünkar tekyesinin hadim ve mütevellisi demek olur.
Haşa estağfurullah o zat-i uluvvu’l-kadrün şefeati dilerse ümmetine bi şey’en dinlemez zatı tesiriyle neden ki, kimi çağrılan oğulları nefi evladıdır; yani atasız vücuda geldi. Dinde ise bî emr-i Huda, Cebrail Aleyisselamın nefesi ile Meryem’ül azadan atasız yalnız Hazreti İsa vücuda gelmiştir ve atası bu mâ nâya gelüb şu kadar ki, müstecab u daveti olan yani niyaz ve ricasını isal kabulkâre, rububiyyetine ibtidan Aslab,i Tahire’ye bazı Veliyullah tarafından ihda olunan şürb-i şsrbet de vesile-i bünyad-i vücud olduğu Kütüb-i Menakıb’da muharrer ise de; bu cahetin dahi muamelatı mücam’a icrasıyle olacağı cay-i inkar değildir.
Kadıncık Ana ise, İdris’in menkuhesi ve Hünkarın Hadime ve muhibbesi  idi. Cemal Efendi, sulbi evladı olsa  bile Şah İbrahim Veliş Hazretleri talibini, kendi mucizatıyle kazandığı ve ehlinin içinde Hünkar Vergüsi bir tek talip bulunmadığı içün, bizden çıkacak Halife olsa olsda Ceddimiz nişangahı olan ve senevi şu kadar züvvârı geldiği, emr-i gayri münker bulunan bir namece tayin ve tensib edilür. Nitekim ki. Bildiği mealen de faragan kılındığı kalem kalem medhet ve şahsına mukarreren muhib ceddi bizden kalma birkaç yüz sene-i tavaf vesilesiyle namede bile ayin ve umuru tarıkına icrası kabuldarda bil. Şahının vechi mukarreren yadigar-ı nazargahı olan ve evladının hu-u mekan asliyesi bulunan gaziyemiz (mizadde neni ağlı hangahında….)
…. teşkilen camiyet edecek tarikatı Hakka edildi. Gine nazaran Cemal Efendi kendini muhabbetle ihtibet ve kadrini bilse idi, talp ve müridleri kim ise onda, hakkında hükmü icra edip Şah İbrahim Veli evladına seni senin müridine halife etti diye böyle methine hatayı azm etmezdi. Deli Mustafa da kendini ve mesebnamesini şerefini bilse idi, …. dedem olsa idi, ceddinden utanıp efali ve sırrı malum aliye olan Cemal Efendi hakkından ıkılmak için, ne kendi rahmet eder, ne de emin ali mürid eyler.
Ve ümmetlü füzüli ve hazrete bir varaka ile talib içinde gezer ve fediniz idi. Babaları sizlere … ve nasibimiz olan bu mülk ve milletin hamisi ve sahibi şerri ağlılar olan padişah hünkarımız efendimiz hazretlerinin devam ömrü ve sultanı için her an ve her zaman size tarikat cemiyetlerin dua-ı güheriyye ve mükellef olunaz. Hizmet, devlet ve tarikata sabit, kaim olunuz. Saniyen birisini icrası ile atafet nebiden olan ayn-i tarikatı dahi daireten edeb mühürün ifa ediniz. Cemal Efendi’nin bizim  emr-i hükmü ne kadar ve mutaber değildir. Deli Mustafa’nın da teklif-i hilafete, tarikata bir hakkı selahiyeti yoktur. Ve hüdamıza binaen haber bu mesellü elamet eden merdut ve melundur. Ve anlar ağlılar aliye duhul ve tecevviz edilemez…. ve düşkünler işite; dedegandan ağlıla ve liyakatı malum ve sabit evlatların ve ehli hal ….. bulunanın iç sınıfa taksimen …. derahatle buradan çıkabileceği ve mihr-i mahsus-u muahabbetle ellerine evrak, refikına verilecek akdimce bildirilmiş ise de …. bu varakamız melalen babalar, talibanın malumun olduğunu; birinci sınıf ricalden Başağa zadelerden bu ses camiamıza Hacı Ağa ile Hasan Ağa, ağlı azrak mukadderen ol tarafa göndermiştir.
Musa’ya haddizatında Hasib hücub şahsiyetine ve rağbet olmakla hakkında mahalde riayet kabiliniz matlubunuzdur. Canab-ı hak ağlıla-ı bil-hayr eylesün.

Fî- sâni 317 (1898)
Bu dahi Veli Ağazade, bu dahi Ali Ağazade
Hanedan-ı mürdime Mahmut Ağazade
Hanedan-ı mürdime Selman Ağazade
Hanedan-ı mürdime Ebuseyf Ağazade
Hanedan-ı verese Ahmed Ağazade (Mühür)

Belgeden, 19. yüzyıl sonlarında Şah İbrahim ocağının kitle denetimini sürdürdüğü anlaşılıyor. Ege bölgesi yerleşim merkezine yazılması da ayrı bir önem taşıyor. Şah İbrahim Ocağı genellikle Orta ve Doğu Anadolu’da yaygın bir ocak. Ege bölgesi Alevileri genellikle Tahtacı diye bilinirler ve Yanyatır ocağına ağlılar. Büyük olasılıkla Anadolu’ya Malazgirt utkusundan önce gelmişler. Kendi içlerinde geleneklerini yaşatmışlar ve şamanik ögelere en sıkı bağlı kalan Alevi kolunu oluşturmuşlar. Şah İbrahim ocağının bu bölgeye dek sızmış olması, dikkate değer bir durum. 1989 yılında Oğuz Aktan’la Ege bölgesi araştırma gezimizde Kuyacak’ın Sarıcaova köyüne de gittik. Köy, uygarlıktan çok uzak bir yerde, bir dağın tepesinde yer alır. Köye ilk kez gelen araştırmacılar olarak kuşku ile karşılandık. Konuk olduğumuz Şah İbrahim ocağından yaşlı karıkoca bizi adeta bir Alevilik sınavından geçirdi. On iki imamların adlarını ezbere saymamız istendi. Bu işi yeterince başaramadık. Yanımda 1982’de bastırdığım Buyruk’tan okuduysam da bilgi birikimim yetmedi. Ondan sonra, doğru düzgün bir bilgi alamadan köyden ayrıldık. İşte 7 Temmuz 1989 günü Sarıcaova köyü ile ilgili günlüğüme şunları yazmışım:

“Saat 9 gibi kalktık. Şöyle bir kahvaltı edelim, biraz bilgi alalım dedik ki, sabah dolmuşları gitmiş. Allah’ın attığı bu yerde günde yalnız bir dolmuş var. Bir an önce kaçıp gitmek istediğim bu köyde yedi saat daha çakılıp kaldık. ‘Köy içinde birkaç ilginç görüntü yakalarız’ diye dolaştık. Çeşme başında tokaçla kilim yıkayan bir kadın, yıkık birkaç ev, iki kahve, birkaç bakkal, berber, PTT ve televizyon. Dağın tepesinde, kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyün 1987 yılındaki genel görünümü. Yaşar Kemal’in Ferruh Doğan’a söylediği “Kardeşim, Türkiye jet hızıyla ilerliyor. Ege ve Akdeniz’de benim anlattığım Yörüklerden eser kalmammış.” Sözünü anımsadım. İlerlediğimizi söyleyemem ama, değiştiğimiz açık. Sarıcaova’da öğrenim gören genç pek yok. Tütün işçiliği, fasulya ekimi ve tarımla geçiniyorlar. Köy üç bölümden oluşuyor: Şah İbrahimliler, Yanyatırlılar, Hacı Emirliler. Hacı Emirli ve Yanyatırlılara ‘Evciler’ deniyor. Yanyatır ocağının dedeleri Narlıdere’den gelmesine karşı, erkanı bozulmuş. Edremit’teki törenleri bilen yok. Aşina, peşine, çeğildeş erkanları yitip gitmiş. Şah İbrahim erkanı tıpkı bizimki gibi. Tümü sözlü anlatıya dayanıyor. Zaten hep Mezirmeli dedelerin (Hacı Ali dedenin uğrak yeriymiş) yönetiminde kalmışlar. 16.15’te DSİ’nin arabasına binip Kuyucak’a doğru yola çıktık. Yüksek tepeler çam ağaçları ile dolu ormanlarla kaplı. Uzaktan Avusturya’yı anımsatıyor. Yolda Yörük yurtları ile karşılaştık. Oğuz bol bol görüntü aldı. 24 saatlik zaman yitiminin tek kazancı bu görüntüler oldu. Nazilli’de otelin banyosunda üzerimden sanki çamur akıyordu. Yol boyu, ter ve toz içinde kalmışız.”


2. Soğukpınar (Mamaş)
Ocağın, Kangal ilçesine bağlı Mamaş köyünde Yıldırım, Şimşek, Bozkurt, Yüzübenli soyadını almış dört ailenin bu ocaktan geldiği söylenir. Bozkurt ailesinin elinde bulunan soyağacı şöyledir:

Şah İbrahim Veli'nin Soyağacı
Hz. Ali
Hz. Hüseyin
Hz. Zeynel Abidin
Muhammed Bakır
Cafer Sadık
Musa Kazım
Ebul Kasım
Seyyid Hamza
Muhammet Kasım
Ahmed-ül Arabi
Muhammed
İsmail
Muhammed
Cafer
İbrahim,
Muhammed
Hasan
Muhammed
Şeref Şah
Muhammed
Firüz Şah
'Avz el Havas
Muhammed'ül Hafız
Selehaddin Reşid
Kutbettin
Selahaddin
Cebrail Emineddin
Safiyettin İshak
Sadrettin Musa
Hace Şah Ali
Sadrettin İbrahim
Şeyh Cüneyd
Şeyh Haydar
Şah İsmail
Şah Tahmasp
Hüdavend Abbas
Seyyid Süleyman
Seyyid Şah Abbas
Seyyid Şah Hüseyin
Seyyid İbrahim
Seyyid Hasan
Kurt Hüseyin
Kurt Yusuf
Kurt Veli
Ali Efendi (1850-1924)
Vahap (1890-1945) - Kurt Veli (1895-1967) - Abbas (1908-1994)
Bozkurt (1935)
Ali Rıza (1927-1983) - Mehmet Fuat (1946) - Vahap Ruhi (1949)- Ali Rıza (1941) -Vahap (1946)- Ertuğrul (1944)- Hüseyin Cengiz (1948)-
Yusuf Ziya (1951)- Özgür (1980)- Alp (1980)- Eren(1979)- Salahi (1981)

Nejat Birdoğan'a göre Şah İbrahimlilerin atası, Hacı Bektaş'ın el verdiği bu İbrahim Hacı'dır. İbrahim Hacı'nın adı o dönemden kalan kaynaklarda geçer. Hotanlı bir kadı oğlu olan ve Niğde'de doğan Kadı Ahmet 1333 yılında tamamladığı kitapta Anadolu'nun birçok özelliklerini ve özellikle batıni akımları anlatır. Kendisi koyu Sünni olduğu için batıni akımlara şiddetle karşıdır. Kadı Ahmet, bu konuda özetle şu bilgileri verir:
Niğde yöresinde bulunan Taptuklu denen Türk şeyhleriyle bunlara uyanlarda, sevicilik alışkanlığı vardır. Eve gelen saygın konuğa ev sahbi karısını, kızını ve kızkardeşlerini sunar. Kadı Ahmet, bu bilgileri Taptuklular içinde bulunmuş Mekkeli Nureddin'den duyduğunu vurgular. Mekkeli Nurettin şaşılacak daha çok şeyler görmüş ve anlatmıştır. Göçebeler, Gökbörü oğullları İlmin ve Turgut boyları ile Loluva (Aksaray'ın güney kesimi) ilindeki Tahtacılar, bu ilde madende çalışan kişiler ve kömürcüler Batinidir. Niğde yöresinde kötü eylemleri olan Batıniler çoktur. Taptuklu Türk şeyhleri çam ağacına taparlar. Bu şeyhlerin en büyüğü "Kerameti" adlı Ereğlili biridir. Hatta içlerinden Şah İbrahim adlı biri çıkmıştır ve öldürülmüştür. Niğde, Söküncür bölgesinde yaşayan Şah İbrahim Hacı, yöresindeki Müslümanları 'zındıklık ve sihir fermanı' ile baskı altında tutar.
Bir kadı, kulaktan duyduğu şeyleri olmuş gibi gösterir. Mekkeli Nurettin evinde yemek yiyip barındığı kişiler için akla sığmayan iftiralar uydurur.
Faruk Sümer'e göre de bu Şah İbrahim, Şah İbrahimlilerin atası olması gerekir.[4] Nejat Birdoğan'a göre, Şah İbrahim Moğolların ve yardakçılarının bol bol adam kestirip astırdıkları bir dönemde ayaklanmış ve idam edilmiştir. Oğulları ve yandaşları bu olaydan sonra Niğde yöresinde barınamayacaklarını anlayınca toplu bir göçle Kangal yöresine gitmişlerdir. Ne olursa olsun, Şah İbrahim ocağı Asya geleneklerinin en güzel yaratıcılarından biridir ve tam bir Türkmen soyudur. İçinde bulundukları koşullar zorladığı için, soyağaçlarını Kerbela'ya bağlamışlardır. Bu durum, Anadolu Alevi ocaklarının çok büyük çoğunluğu, belki de tüm ocaklar için geçerlidir.[5]
Bu söylentiye dayanarak soyağacımın köklerini aramaya çıkacağım. İlk işim kendi köyümden işe başlamak olacak. 1979 martında Kangal'ın Mamaş köyünde bir Abdalmusa törenini filme almakla işe koyulacağım. Dönemin Kültür Bakanı Ahmet Taner Kışlalı, Kültür Müsteşarı Prof. Dr. Şerafettin Turan -kendisi Fakülteden hocamdır- ve MİFAD genel müdürü Sevgili Nejat Birdoğan bana bu konuda omuz verecekler.
Bir oyunun son oyunun son oyuncuları yaşarken 17 Mart günü eski adı ile Mamaş, yeni adı Soğukpınar olan köyümde olacağım. 1979 yılı Martında -zaman, uzam ve kahraman- birliğini bir araya gelmiştir. Abdalmusa törenini Sivas yakınlarındaki Sinekli köyünden Battal dede yönetecek. Oğuz Aktan görüntüleri alacak ve ben törenin akışını yazacağım.
Sivas yoğun bir kış gününü yaşıyor. Anadolu'da iklim değişimi çoktan başlamış. Karın iki metreye çıktığı kışlar gerilerde kalmış. Ama aralıklarla da olsa yoğun kış ayları olmasa bile yoğun kış günleri yaşanıyor. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır atasözü henüz geçerliğini koruyor. Böyle bir ortamda arabalara binip Mamaş'ta oluyoruz. Bu yolculukta yanımda bir folklorcu daha var; Kutlu Özen.
Köy giderek erimiş. 1930 doğumlular köy nüfusunu oluşturuyor. Az çok tarlalar ekiliyor, çiftçilik yapılıyor ve daha çok hayvancılığa dayanan yaşam sürüyor. Bu yolculuk, doğduğum topraklara ve geleneklere uzanmak çabamın başlangıcı değilse bile, önemli bir aşaması. Başlangıç 1968 yazına uzanıyor. Türkoloji bölümü bitirme tezi olarak Kangal Ağzı ve Folkloru konusu alıyorum. Bozkır yazında boylu boyunca Kangal köylerini geziyorum. 1979 Martında ağız çalışması ilgi alanımın dışında. Yalnızca törelerin, inançların izinde koşacağım. İnsan yüzlerini görüntüleyip geleceğe iz bırakmaya çalışacağım. Uzun soluklu bir koşunun başlangıcındayım yalnızca.
Bozkırlarda soluk kesen soğuk yel esiyor. Dağlar kar içinde. Ama 1979 yılında Kangal'a 25 km uzakta ye alan ünlü Cankurtaran kulesi işlevini yitirmiş. Kışları bölgede, soğuktan donmak üzere olanları çağıran çan müzeye kaldırılmış. Kardan göz gözü görmediği dönemlerde bu çan ve cankurtaran tepesi önemli görev üstlenmiş. Ancak çan sesinin aracığı ile karda yolu azan yolcuları, sıcak bir çatı altına çağırmış.
Şimdi dereleri dolduran yorgun söğüt, kavak ağaçları kış yalnızlığını yaşıyorlar. Her yel esişinde devrilecek gibi yatıp kalkıyorlar. Anılarımda yaşayan çocukluk düşlerim ayakta. Giderek tükenen tanıdık yüzlerde çizgeler derinleşmiş. Ali Temel'in odası yıllar yılı cemdamı işlevini görmüş bir yapı. Odanın yapılışı ellili yılların ortasında olmalı. Ali Temel, köylerde tahsildarlık yapıyor. Elinde az çok para bulunuyor. Bu odayı, köye gelecek ilçe büyüklerini ağırlamak ve cem odası olarak kullanmak amacıyla yaptırıyor. O yıllar kapıya gelen konuğun geri çevirmenin utanç sayıldığı yıllar. Ağalık vermekle, eşkıyalık kırmakla atasözü yaygın kullanılıyor. Ali, Temel -ki köyde Tahsildar Ali olarak anılır- yandan mutfağa açılacak bir delikle bağlıyor odayı. Hemen yandaki mutfakta kara tandır var. Oğuz Aktan o günlerde yazdığı bir yazıda cem odasının görünümünü şöyle betimliyor:
"Abdal Musa'nın düzenleneceği ev, köyün diğer evlerinden daha büyüktür. Tören odası, anakapıdan girişteki odalara açılan kapılar bulunan taşlığın solunda iki basamakla çıkılan bir odadır. Bu odaya sol köşeden girişte yine halısız ve eşikte odadan ayrılmış bir bölüm vardır. Odaya girişte en sağda boylamasına uzanan, odanın yaklaşık 1/3'lük bölümü kilimlerle kaplıdır ve tören sırasında kadınlar ve çocukların durması için ayrılmıştır. Odanın bu bölümü kemerli direklerle ayrılmış, odanın düzeyinden 40 cm. kadar yüksekte bir seki görünümündedir."[6]
Tahsildar Ali'nin evi Oğuz Aktan'ın gözünde toprak damlı basık bir köy evi. Benim için ise, geçmişe uzanan zaman tünelinin girişi. Nice büyükler ağırlanmış, nice konaklamıştır burada, nice cem törenleri yapılmış, nice cem ereni sorgudan geçirilmiştir. Yoğun kış aylarını kaplayan geceler boyu bu gelenek sürmüştür. Anı yazma geleneği olmayan toplumumuzda her şey unutulup gitmiş. Oğuz Aktan yazısında hazırlık evresini şöyle anlatıyor:
"Bir gün önce tören odası iyice temizleniyor. Gereksiz eşyalar kardırılıyor. Yalnızca oda girişinin karşındaki duvar boyunca uzanan sedir kalıyor. Bu temiz ve boş durumdaki ve sekiyle ayrılmış bölümüyle tören odası bir camiyi andırıyor."
Gündüzden köyü peyik geziyor. Peyik, törene çağını yapmakla görevli kimse. Abdalmusa törenine, düşkün, düşkün olmayan ayrımı yapılmaksızın tüm köy çağrılır. Abdalmusa'nın birleştirici işlevi vardır.
Güneşsiz kış günlerinde akşam, erken basar köyü. Göğü, donuk boz bulutlar kaplar. Evlerin bacalarından sobaların ya da ocakların yorgun dumanları yükselir. Tezek kokan bir hava sarar köyü. Evlerde işler bağlanır. Cem odasına yolculuk başlar. Saatler on sekizi gösterir. Geleneksel cem törenlerine her ev her akşam lokma yapıp getirir. Çörek türü şeylerdir bu lokmalar. Cemin bitimine doğru, tüm lokmalar dualanır. Ardından sofracı bunları küçük parçalara ayırıp harmanlar. Sonra da gelişi güzel dağıtır.
Ama bugün Mamaş ayrı bir akşam yaşıyor. Battal Dede, bu zaman diliminde içeri giriyor. İçeride bulunanlar ayağa kalkıyorlar. Dede kendine ayrılan yere -inanca göre, burası Muhammet/ Ali postudur-  oturuyor. Zakir ya da sazcı diye anılan bağlama ustaları dedenin yanındaki yerlerini alıyolar. Törende bu hizmeti yürütecek iki sazcı var: Biri Tokat'ın Çakırçalı köyünden Aşık Ali Kurt, öbürü ise Mamaşlı, Kızıldeli ocağından Cemal Koçak. İkisi de yıllardır cem törenlerinin içinde pişmiş kişiler.
Törene katılan erenler, odanın selamlığında, geniş bir halka oluşturarak oturuyorlar. Bu kesim odanın sağında yer alıyor. Sol yana ise çocuklar ve bacılar oturmuşlar. Odayı yaklaşık 150 kişi dolduruyor. Kapılar kapanıyor, âyin başlıyor.
Sırası ile hizmetler yerine getiriliyor. Çerağcı hizmetini üstlenmiş Cumali, "Aliyyel Murtaza yaktı delili" yinelemeli bir ezgi eşliğinde Muhammet Ali çerağını yakıyor.
Çerağ hizmetinde geçmişin yoğun izleri yaşıyor. Çerağ aygıtı içine tereyağı konan bir kap. Törenin başlangıcında yakılıyor çerağ. İçinde yakılan tereyağı ile, törenin başlangıcında yakılması ie geçmişteki işlevi açık seçik seçiliyor. Geçmişte, tören yapılan yerin aydınlatılması amacı ile kullanılmış. Türkmen göçebesi aydınlatmada tere yağı kullanmış. Çadırlarda başlayan tören, yerleşik düzene geçildikten sonra odalarda sürdürülmeye başlanmış. Şimdi biz cem töreninin bu kalıntısını yaşıyoruz.
Bunun ardından törenin sonunda yenilecek kurbanlık koyun dedenin önüne getiriliyor. Kurbanlık erenlerin oluşturdukları halkanın içinde serbestçe dolaşıyorlar. Dede kurban duası okuyor. Böylece koyunun kesilmesine izin çıkıyor. Koyunu törenin on iki hizmet görevlisinden "kurbancı" yapacak. Kurbanın kanını ve bağırsaklarını bir kuyuya boşaltacak. Daha sonra kurbanı pişirecek. Bu görevi bizim törenimizde Hotoğ (Vahap Kaçar) -yıllardır bu görevi yürütür- üstleniyor.
1979 yılında yapılan cemde, bağlamalar koşuluyor, deyişler, düvazlar okunuyor, semahlar dönülüyor, dargınlar barıştırılıyor. Kültür Bakanlığı belgeliğine konacak bu film, bir Türkmen köyünün otuzlu kuşağının bir görüntüsü olarak kalacak. Cemin son aşaması, tevhit bölümü. Birliğe çağırı birliğe gelme anlamındaki bu evre, Alevi köylerinde değişik biçimlerde uygulanıyor. Mamaş'ta tevhid, on iki imam aşkına dizlere el vuruşu biçiminde yapılıyor. Ve tevhid bölümünün ilginç bir kişisi var: Yavan Ali.
Tevhit çalınmaya başlayınca bağlamanın vuruşuna, ezginin söylenişine uygun biçimde dizler döğülmeye başlıyor. Giderek bu vuruşlar hızlanıyor. Yavan Ali'nin gözleri kapanıyor kendini cem meydanına atıyor. Artık kendinden geçmiştir ve trans içindedir. Alevi dilinde bu "esrime"dir. Tanrı aşkı ile, Hz. Hüseyin aşkı ile kendinden geçme; kişinin kutsal bir içgüdü ile istem dışı gerçekte bütünleşmesidir. Eskilerin anlattıklarına göre, ceng-i harbi denen savaş türküsüne dayanır esrimenin kökeni. Savaş sırasında çalınan koçaklama ile yiğidin kendinden geçmesi olarak tanımlanır. İzleri ile eski Türk destanlarında karşılaştığımız bu olayın son soluğunu dağlar arasına sıkışmış Mamaş köyünde alıyoruz. Gerçek adı Ali Dönmez olan Yavan Ali, yıllardır cemlerde esiriyen tek kişi. Eskiden başkaları da varmış. Üç-dört kişinin birlikte kendinden geçip esiridiği olurmuş. Zamanla inanç, ihtikat yitmiş, esirime olayı da kalkmış. 50'li yıllardan sonra yalnız Yavan Ali kalmış. İşte Şamanik transa geçmenin son örneği 70'li yılların sonlarında böyle gözüküyor Anadolu'da.
Yavan Ali, Mamaş'a hemen yakınlardaki Yaylacık köyünden içgüveyisi olarak gelmiş. Mamaş'tan evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş. Köyde cem olursa kesinlikle katılması gerekiyor. Ceme gelmediği durumlarda, -köyde bulunursa- cem birleme anında kendinden geçip dövünmeye başlıyor. Bir defasında kendisini ocağın ateşine attığı söyleniyor. Bu özelliği bilindiği için mutlak ceme getiriliyor.
15 Mart 1979'da görüntülüyoruz yavan Ali'nin esirime anlarını. Bu oaldan üç yıl sonra Yavan Ali 70 yaşında yaşamdan ayrılacak, son esrik sofu da yitip gidecek bu dünyadan.
Ama biz yine 1979 Martında mamaş'ta cemdeyiz. Köyün henüz elektriğe kavuşmadığı günlerde jeneratörün elektriği ile cemi Kültür Bakanlığı belgeliği için görüntülüyoruz. Tevhit sırasında jenaratör de yanıyor. Bu kez lüks lambalarının ışışğı altında görevimizi sürdürüyoruz.
Yavan Ali, dizi üzerinde küçük zıplamalarla cem meydanına çıkıyor. Döğünmeleri giderek şiddetleniyor, tümüyle kendinden geçiyor. Ağzından salyalar akıyor, kan ter içinde çarpınıyor, kapalı gözlerinden yaşlar akıyor. Tevhidin bitimine dek bu dövünmeye izin veriliyor. Tevhidin sonlarına doğru Yavan Ali'nin yüzüne su serpiliyor. Kilitlenen elleri açılıyor. Bir süre bekleniyor. Yavan Ali kendine geliyor. Yüzünden soğuk terler boşalıyor.
Cemin son evresi lokma dağılımıdır. Lokma dağılımı, kurban bulunmadığı günlerde yapılır. Sofracı gelip duasını alı ve kendi duasını okur:
Evel Allah diyelim
Kadim billah diyelai
Açıldı Ali Sofrası
Şah versin biz yiyelim...

Duanın ardından lokmalar dağılıyor. Dede Cemin dağılma gülbengini okuyor. Yatanoturan duası adı da verilir. Kurban kesildiği günlerde yer sofraları kuruluyor. 1979 Mart'ında da yer sofralaraı kuruluyor. Kesilen kuban dualarla yeniyor.
"Yatan oturan, koğusuz gaybetsiz evine varana, şah yardımcı ola" türünden bir gülbenk. Böylece dağılıyor. Toplumu kucaklayan, ruhları arıtan bir birlikteliktir tapınım. Hele bu tapınım deyiş, çalgı ezgi ve oyunla bütünleşmişse. Şimdi karlı bir mart gecesi, bunun son örneğini izledik. Yarın tüm görevliler ayrılacaklar. Elveda Mamaş, elveda gelenekler.



3. Hamal
Kangal'ın Hamal köyünde Akın[7] soyadlı ocağın elinde bulunan Şah İbrahim soyağacında kimi ayrılıklar var. Ballıkaya'dan başlayan söz konusu soykütüğü şöyle:
Şah Veli
Şah Hüseyin
İbrahim Cüre
İsmail Zade
Büyük Abbas dede
Veli Dede (1776)
Kocaman Celal Abbas (1820-1885) Eşi Senem Ana,
Ali Efendi (1863-1927), (Eşi Şehriban Ana) İsmail, Mahmut
Celal Ağa, Kocaman Ağa, İsmail Akın (1898-1973), Hüseyin Akın, Mahmut Akın
Süleyman Akın (1928-1996)
Ali Akın (1962), Veli Akın (1960)

       Şah İbrahim
  (Kaynak )
 Tarih boyunca islam mezhepleri ve şiilik 172.sa.
2.Murat devrinde (824-855 H.1421:1451) Erdebil Dergahı Dini bir merkez olmuştu..aynı zamanda bu Dergah Şia propagandası na da merkezlik vazifesini yürütmekdeydi.850 Hicri de (1252) doğan İmamül Halvetiyye İbrahim Zahid i Giylaninin damadı olan ve Halvetiyyey le Kalenderiyeyi birleştirerek Safaviyye yahut Erdebiliyye denen tarikatı kuran Ebül Feth Safiyüddin İshak ı Erdebilinin Şii yahut Sünni olduğu şüphelidir.Tevekkülü b.İsmail b.Hacı Hasan ıErdebili tarafından 759 şabanının sonunda (1358 ) Safiyüddin in hal tercümesi ne ve Safeviliğe dair yazılan Saffet üs Safa daki soyu ondokuzuncu göbekte Yedinci İmam Musayı Kazım a ulaştırılmaktadır.(ist.Belediye kütüphanesi Muallim kitabları:No.1.Sa.46.Bu nushanın istinsahı 1037 Zilkadesinin ilk günü satılıp tükenmiştir.( 1628) Aynı kitabın Ayasofya kütüphanesinde 2123 No da kayıtlı bulunan ve 914 Zilhiccesinde (1509) Şıhabiddün i Kaşani tarafından yazılmış olan nushasında İmam Musa i Kazım a 17 kişi ile ulaştırılıyor.Soy zincirinde ki adlar da değişik (14 b.= 15 a ) Hüseyin Abdal Pir zade i Giylani nin Silsiletin nesebis Safaviyye sinde orada on dokuz kişi var ( bu kitab 1059 dan 1649 M: sonra yazılmıştıt:)Berlin Cap.Name i İran Şehr 1343 gene Ayasofya kütübhanesinde ki 3099 No da kayıtlı ve 896 da (1490=1491) Sunullah tarafından yazılmış nüshada bu soy zinciri yok.YalnızSafiyüddinin bizde seyidlik var fakat Alevi Yahut Şerif olduğumuzu ( yani İmam Hüseyn yahut hasan soyuna men sup bulunduğumuzu) sormadım dediği kayıtlı (6.b) Bu kayıt öbür nushalarda da var.No:2123:14.b.=15 a:Muallim Cevdet No 1çSa.46.
Ayasofya’da en eski nüsha olan 3099 No.da kayıtlı nüshada Safiyüddine mezhebi sorulunca biz sahabenin mezhebindeyiz.dördüne de düa ederiz dediği sözlerine Ruhsat yolunu değil azimet yolunu tutarız ifadesini de eklediği kendisine uyanlarında bu yolu tutdukları hatta oğlu Sadreddinin annesine eliyle dokunduğu vakıt Şafiiyyeye uyup abdest aldığı aldığı yazılıdır.(200 a.2123    No daki nüshada da bazı noksan kelimelerle aynı sözler var.463.b=464 .o) Muallim Cevdet nüshasındaysa bu fasıl şu tarzda çevrilmiştir.
Şeyh e mezhebini sordular.dedi ki Allahın salatı selamına nail olsun Peygamber sen bana Musa ya Harun ne menzildeyse o menzildesin buyurdu.O nun ve selam onlara masum evladının mezhebindeniz onlara ve şiddet. musibet zamanlarınd a dostuz düşmanlarına zulmedenlerine düşmanız .Mezheblerden hangisi daha çetin ve ihtiyata daha yakınsa onu seçeriz.(s.654) Yani Hz.Alinin ve evladının meşrebi ve taatı üzereyiz buyurdu.
Soyundan gelenlerin sonradan siyasi kudrete sahib olunca mezheblerini izhar ettiklerine bakılırsa belki Safiyüddin takıyyeye yani mezhebini gizlemeye lüzum görmüştü.yahut soyundan gelenler Şia mezhebine uyan boyların yardımlarını elde etmek için atalarını Seyyid ve şii göstermişler.onlara dayanmışlar dı.Safiyüddin kurduğu merkeze çevredekileri özden bağlamış 735 muharreminin onikinci günü vefat etmiş derğahının avlusuna defnedilmişti.(12 eylül 1334) sonradan üstüne çok mükemmel bir sanat eseri olan türbesi yapılmıştır.
erine geçen oğlu Sadreddin Musa 704.te doğmuş (1305) 794 te vefat etmiştir.(1391=1392) Hazire i  Safaviyye denen türbeye defnedilen Sadreddin hacca gitmiş.Medine i Münevvereyi ziyaretin de Medine hakimi yahut Seyidlerin ulusu olan Şihabüddin Ahmed b.Hüseyne altınci atası Zerrin KülahFirüz Şah ın soy zincirinin İmam Musa i Kazım a ulaştığını tahkiyk ve tasdik ettirmiş.bundan sonra da safaviler kendilerini Seyyid tanımışlar ve tanıtmışlardır.
Sadreddinin müridleri pek çoktu.üç ay içinde ziyaretine on üç bin müridinin geldiği rivayet edilmişdir.Tebrizli şair Kaasümül Envar da onun mürüdlerinden di.Tarikat silsilesini üç oğlundan Hace Aliyyi Erdebili yürütmüştür.Temurle görüşmüş Şam daki Yezidi mezhebi mensublarını kırdırmış 830 da ( 1427) hacca getmiş dönüşünde Recebin on sekizinci salı günü Kudüsde vefat etmiştir.(1428) Siyahlar giyindiği için Hace Aliyyi siyah püş diye de anılırdı.Oğlu şeyhi Şah İbrahim de babasıyla hacca gitmiş babasının vefatından sonra Erdebil e dönmüş Safavi tarikatı mensublarınca mukteda tanınmış 851 de vefat etmiştir.(1447) Oğullarından Ebu Yahya Muhammed Halepte kalmış demircilikle geçinmeye başlamıştı.Yıldız şeklinde demir mıhlar yaptığı bunlara yıldızlar anlamına gelen Kevakıb dendiği için Kevakbi diye anılırdı.Sonradan tasavvuf yolunu seçip Safaviliği o civarda yaymış soyuna Kevakibi Zadeler denmişti.(MuhitiTabatabai Safaviyye ez taht ı puşt ı dervişi ta tahtı Şehriyarı vahid mecmuası Tahran 3.yıl no 33 1946 s.279=271)
      Şeyhi Şah İbrahimin diğer oğlu Şah Cüneyd uzun Hasanın damadıdır.2.Murad zamanında Anadoluya gelmiş Padişaha hediyeler yollamış Kurtbeli denen yerde yurt edinmesine müsaade edilmesini istemiş fakat vezir Halil paşa nın bir tahda iki padişah olmaz sözüne uyan Sultan Murad gelen elçiyi ihsanlarla geri göndermiş ve istenen m
üsadeyi vermemiştir.Cüneyd bunun üzerine Karaman iline geçmiş Sadreddini Konevinin Konyada ki tekkesine mihman olmuş orda Şeyh Abdüllatif le mübahasesinde şiiliğini belirtmiş Konyada tutunamayıp Canik iline varmış Trabzonda adamlarıyla Rum devletine hücum etmiş Fatihin de aynı amaçla Trabzona yürümesi üzerine uzun Hasan a sığınmış Şirvan da 864 te (       1460) bir savaşta şehid olmuştur.İşte o devirde İran Horasandan seksen bin Horasan erenleri Türküyeye gelerek doksan bin Rum erenleri ile birleşip Anadoluda aleviliği yaymışlardır.
       Hace Alaeddin Alinin veya oğlu Şeyhi Şah İbrahimin halifesi Ebu Hamid Hamidüddini Aksarayı (815.h 1412) ve halifesi Hacı Bayramı Veli (833 H.1430) anadolunun göbeğinde Erdebiliye mümessilleri sayılabilirler.Hamid i veli diye anılan Hamidüddini Aksarayı pek dikkatı çekmemişti.Fakat müridleri çoğalan ekin ekip biçmekle geçinen bunu müridleriyle imece tarzında yürüten mahsülü ihvanı arasında bölüştüren Fütüvvet ehlince ekin ekenlerin piri tanınan oniki dilimli kızıl taç giyen Hacı Bayram gözden kaçmamış Hakkındaki söylentilerin sonucu boynuna ellerine ayaklarına zincir vurularak Edirneye götürüldü.2.Murad kendisiyle görüştükten sonra onu serbest bıraktı.Hacı Bayram kızıl tacı ak çuhaya çevirmek oniki dilimi altı dilime indirmek zorunda kaldı.( Mustakıym Zade Sa.adeddin Süleyman Risale i Taciyye:Bizdeki yazma nusha)
      Tarikatını Ankara da yürüten Hacı Bayram ı Veli vefat ettikten sonra bu yol ikiye ayrıldı.Halifelerinden Akşemseddin (862 H.1457) Bayramiyyeyi ehli sünnet esaslarına göre ve İbn Arabininneşe ve meşrebine uyğun olarak yürüttü.880 de(1475) Göynükte vefat eden diğer halifesdi Emir Sikkini den yürüyen Melamet mensublarıysa Ehlibeyt sevgisini esas tutdular.Fütüvvet ehliyle bağtaşdılar ve adeta gizli bir teşkilat kurdular.Osman oğullarının son zamanına dek ve zaman zaman sürülerle şehidler vererek 1908 miladi ye dek dayanabildiler.Bu kola yeni bir hükümet kurmak töhmetiyle suçlanan ve Bosnada tutulup İstanbul agetirilen 969 da (1562) Süleymaniye arkasında Deveoğlu yokuşunda başı enseden baltayla kesilerek şehid edilen Hamza Balı dan sonra Hamzaviye denilmiştir.
     Hamzavilerin hepsini tam şii saymamıza imkan yoktur.Vahdeti vucuda inanışları da bu hükmü vermemize imkan bırakmaz.Ancak bunlarda Ehlibeyt muhabbetinin ilk planda geldiği gördüklerimize duyduklarımıza nazaran da içlerinde İmamiyye mezhebini gerçektende benimsemiş kişilerin mevcutiyeti de muhakkaktır.( Melamilik ve melamiler adlı esere 100 soruda Türkiyede ve Tarikatlar adlı kitabın 247.268 sa)
     Safiyyüddin i Erdebilinin torunu Hace Aliyyisiyah Puşun (Alaaddin Aliyyi Erdebili) oğlu Şeyhi Şah İbrahim den sonra Erdebil sufilerince mukteda tanınan ve uzun Hasanın damadı olan oğlu Şah Cüneyd in bir aralık Anadolu ya geldiğini söylemiştik.Anadolu Alevilerinin 9.asrı hicriden (15 M.) itibaren bu ocağa bağlandıklarını biliyoruz.Bunların hacca gitmediklerini Erdebil ziyaretini hacca tercih ettiklerini de biliyoruz.
      Şah Cüneydin oğlu Şah Haydar da Uzun Hasanın  diğer kızı Biki Akay ı almıştı.o da babası gibi Şirvan Şahlarıyla uğraşırken 893 recebinin yirminci günü şehid oldu ( 1488) Uzun Hasan Karakoyunlular devletini ortadan kaldırmışİran Azerbeycan ını Gürcistanı almış Anadolunun doğu yörelerini hatta Irak ı Suriyeyi nüfus sahasına katmıştı.Bu yüzden Osmanoğullarının enbüyük rakibi haline gelmişti.Karaman oğulları bile adeta uzun Hasanın emrine tabi bir beylik olmuştu.
       Fatih otlukbeli savaşında Uzun Hasanı yendikten (878 H.1473) ve Uzun Hasanın 883 te( 1478) vefatından sonra Şah Haydarın üç oğlundan biri İsmaili Safavi 906da (1400) Şia mezhebini kabul etmiş olan ve Erdebil ocağına bağlı bulunan yardımıyle İran ülkesini hükmü altına almış907 de ( 1501) İran da Safavi saltasnatını kurmuş.Şia i imamiyye (isna Aşeriyye.ye Caferiyye) mezhebini devletin resmi mezhebi kabul etmişti.(geniş bilği için Silsiletün neseb is Safaviyye  ye doğu ve batı kaynaklarının tahlil ve terkipleriyle olayları takip için de Walther Hinz in Tevfik Bıyıkoğlu tarafından Türkceye çevrilen Uzun Hasan ve Şah Cüneyd adlı eserine bakınız.Türk tarih kurumu yayını 4.seri no 5:Ankara 1948
    Çaldıranda Yavuza mağlüb olmakla beraber İsmaili Safavi (930.H.1524) ve ondan sonraki Safavihanedanı




[1]  Buyruk s.205 (Malatya Yazması). Sıralama İzmir yazma­sında (s.117) biraz değişiktir. Orada, ikinci mücerret olarak Hacı Bektaş Veli gösterilir. Buyruk s.113-114 (İzmir yazması) "Karındaş Olmak" adlı bölüm.
[2]Nihat Sam Banarlı:y. a. g. e., s. 38.
[3]Faruk Sümer: Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, s. 41-42.
[4]Faruk Sümer: Oğuzlar, AÜ, DTCF y., s. 313.
[5]Nejat Birdoğan: Anadolu ve Balkanlarda Alevi Yerleşmesi, Mozaik y. İstanbul s. 198-203.
[6]Oğuz Aktan: "İnsanbilim araştırmalarında fotoğrafın çok yönlü kullanılışı" Ulusal Kültür, Sayı 6, Ekim 1979, Ankara.
[7]Bu soyağacını Almanya'dan Ali Akın gönderdi. Ayrıca bir cd'de Küçük İsmail Dede'nin Bayburtlu Hocanın hakaretlerine verdiği yanıtı iletti. Bu yanıtı da ileride yayınlayacağım. Ali Akın'a bu yardımı için teşekkürler. 

2 yorum:

  1. Şah İbrahim Veli Ocağı gayet bilgilendirici bir yazı olmuş.


    zaman haber

    YanıtlaSil
  2. Dost selamlar. Seninle iletişime nasıl geçebilirim bana ulaşabilir misin?

    YanıtlaSil