6.
Ocağın Yanması
Ali Efendi'nin evde tek
küçük oğlu kalmıştı. Bu 1907 doğumlu Abbas'tı. Şimdi gelinler ve kızlarıyla bu
kocaman evde oğullarından gelecek mektupları bekliyordu.
1916 ilkyazında köye hasta bir asker kaçağı geldi. Kaçak asker kendisiyle
birlikte köye tifo hastalığını getirmişti. Bu sürede hastalık bütün köye
yayıldı. Ali Efendi'nin evini de hastalık sarmıştı. İki karısı, oğlu, kız
kardeşi hastaydı. Ali Efendi Sivas'a ilaç getirmeye gitti. Sivas'ta handa kötü
bir düşünde gördü. İçi sızladı, evde bir uğursuzluk olduğunu anladı. Çarşıda pazarda
ne bulduysa alıp köyün yolunu tuttu. 80 kmlik yolu at sırtında bir günde alarak
köye ulaştı. Köyün üst başındaki yoncalıkta kuzu yayan çocukları gördü. Atı
üzerinde bir çocuğun yanına vardı:
“Hüseyin, oğlum köyde ne var ne yok? Bizim Evde bir şey var mı?”
“Dede, sizin evde Medine Ana öldü, Yeter Ana öldü, Elmas Bibi ağır hasta.”
Ali Efendi kötü düşün nedenini anlamıştı. Vakur biçimde köye doğru atını
sürüdü. Atı üzerinde köyün üst başında belirince yaşıtlar birer ikişer Ali
Efendi’nin evi önünde toplandı. Ali Efendi, kapı önünde dingin biçimde atından
indi. Atın yularını bir çocuğun eline tutuşturdu. Atın üzerindeki heybeyi
omuzuna aldı. Konağa yöneldiği anda yaşıtlarının seslendiğini duydu:
“Ali Efendi, gel hele biraz konuşalım, sonra gidersin eve.”
Uygun bir dille, Dede'ye olanları anlatacaklar, acıya hazırlayacaklardı.
Ali Efendi'nin yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Bu ağlama ile gülme arasında
bir duygunun yansımasıydı. Aynı dinginlikle yanıt verdi:
“Komşular, olanları biliyorum. Şu bir iki elma ile bacımın hatrını sormak
istiyorum, buna izin verin...”
6.
Bakü’ye Doğru
Kurt Veli, dört yıla
yakın süredir Doğu cephesinde Ruslara karşı savaşıyordu. Osmanlı ordusunun
yaşadığı Sarıkamış dramı sonrasında cephede yaşananlar ölümcül bir direniş öyküsüydü.
Yalın kat giysi içinde soğuğa ve açlığa karşı ayakta kalmaya çalışan inadına
direniyordu. Cepheye ulaşan yetersiz düzeydeki erzak, daha sonra için
bekletiliyor, baskın haberi geliyor, geri çekilmek gerekiyor, erzakı taşımaya
zaman kalmıyor, Rus’un eline geçmesin diye yakılıyordu. Asker, Rus'tan çok
açılıkla ve soğukla savaşıyorlardı. Bir türlü karınları doymuyordu. Gün
uzuyor, yıl oluyordu. Açlıktan ve yıllardır süren savaş yorgunluğundan dağ taş
asker kaçağıyla doluyordu.
Umutsuz geçen o günlerde Rus
cephesinin çökmesi büyük bir rahatlama yaşandı. Ne var ki, bu kez Ermeniler
onların yerini aldı. Üstelik Ermeniler ilke ve kural da tanımıyorlardı. Yerli
sivil Türk halkı, çocuk, kadın demeden kılıçtan geçiriyorlardı. Bir an önce
yetişip sivil halkı kıyımdan kurtarmak gerkiyordu. Verilen emir üzerine ordu
yürüyüşe geçti. Doğunun amansız kışında soğuktan koruması için saman basılmış
çarıklarla ileri yürüyüş sürüyordu. Kurt Veli, dondurucu soğukta birliğiyle
Hazere doğru ilerliyordu. Ermeni birlikleri ile çarpışma savaştan çok kapışmayı
andırıyordu. Bir süre karşılıklı atışma sonrasında Ermeni birlikler çekiliyor,
baskın fırsatı koluyorlardı. Yalnız Gence önlerinde şiddetli bir çatışma
yaşayıp kayıp verdiler.
Gence, bir deyişde geçen
sözlerle belleğindeydi. Cemlerde okunan, Şah İsmaîl’in kahramanlıklarını
anlatan bir savaş ululamasında geçiyordu:
Gence ile
Karabağı
Semerkant
Buhara dağı
Kurup
Keşmir de otağı
Horasan’dan
yağa zülfün
Yol iz bulunmayan nefes
kesen bozkırları aşıp ilerliyorladı. Adını duymadığı şehirler, yolunu bilmediği
illeri geçiyorlardı. Sonuçta Hazar'a ulaşmışlardı.
Denize uzanan buruna
yerleşmiş Bakü, şirin temiz bir şehirdi. Şehirde eski kutsal ateş
tapınakları yanıyor, denizdeki kara petrol pompaları kenti kuşatıyordu. Bir yamaça evler birbirine yaslanmış denizi seyreder gibiydi. Küçük
evlerin çoğu cumbalıydı. Ev önlerinde duvara tırmanan asmalar, sarmaşıklar ayrı
bir güzellik veriyordu. Ama kentin işçi mahalleleri tozlu çamurlu sokaklarla
yoksulluk içindeydi. Buralarda petrol işçileri, küçük gelir sahipleri
yaşıyorlardı.
Ne var ki bu güzel şehrin
havası Kurt Veli’ye yaramadı.
Baku
yazları sıcak oluyordu. Bu yayla iklimine büyümüş kişilerin dayanamayacağı
deniz sıcağıydı. Kızgın yaz sıcağında Kaldığı koğuşta Kurt Veli'yi önce bir
terleme sardı. Ardından bir titreme aldı. Korkunç bir hastalığa yakalanmıştı.
Komutan durumunu kötü olduğunu görünce Azeri nöbetçiye Kurt Veli’yi hastaneye
götürmesini söyledi. Azeri sırtlayıp hastaneye götürüyordu. Ama Azeri de
sırtındaki ağır yükü taşımaya dayanamıyordu. Hastaneye yaklaştıklarında bir
binayı gösterdi:
“İşte
hastane ora, gedebilersen mi?”
“Gederim
“
Kurt
Veli hastaneye doğru kendini kendini sürekleyerek ilerledi. Hastanenin yemyeşil
bahçesine zor ulaştı. Bahçe üzüm asmalarıyla doluydu. İçeri girmek yerine
hastanenin bahçesine geçti. Serinlik içinde ekşi üzümlerden yemeye başladı.
Birden garip bir biçimde başından çat diye bir çatırdama sesi yükseldi. Bir
rahatlama oldu, iyileştiğini hisseti ardında uykuya daldı. Düşünde anasının
öldüğünü gördü. Köye bir mektup yazdı.
Askere gidenlerde pek seyrek gelen mektuplar en az üç ay
sonra alıcıya ulaşıyordu. Bu mektuplar bir yaşam belirisi oluyor, sevinç
dalgası biçiminde çevrede yankılanıyordu. “Gözün aydın, mektup kaç aylık”
sorusuna, “Daha yeni, üç aylık” yanıtı sevindirici bir haber sayılıyordu.
O günlerde Ali Efendıye uzaklardan ulaşan mektup yüreğine
soğuk su serpti. Dört yıla yakın bir süredir oğlundan ilk kez haber alıyordu ve
işin ilginç yanı oğlu Bakü’den yazıyor, bütün bu dört yılı öyküsünü anlatıyordu.
Mektup bir deme ile başlıyordu:
Bildin azimetin
bizim ellere
Bir mektup
vereyim dur seher yeli
Validemin
mergadına hâkine
Sür yüzün selamın
ver seher yeli
Ben de düştüm
Acemistan iline
Alışmadım
Acemlerin diline
Mektubumu
kardeşimin eline
Kendi elin ile
ver seher yeli
Dayım yok ki
mektup yazam dayıma
Dayanamam gurbet
elin yayına
Yüzlerimi
pederimin payına
Sür yüzün selamım
ver seher yeli
Revânî'yım böyle
söyler dillerde
Havadis gelmez
postalarda tellerde
Mektup gelir deyi
gözüm yollarda
Yolların kesti mi
kar seher yeli
Kurt Veli, dört yıla yakın
aç yarı çıplak elde tüfek savaşmanın yorgunluğu ile bıktındı. Ne hastaneye
girdi, ne de kışlaya uğradı. Hastanenin bahçesinde çıkıp Mamaş’ın yolunu
tuttu. Yüzünü Batıya dönüp yola düştü. Ne
yapıp yapıp köyüne ulaşacaktı. Yolda bir araba ile yolculuk yapan bir Azeri ile
karşılaştı. Saf pıprıl pırıl bir Azeri köylüsü Batı'ya doğru gidiyordu. Yolları
birdi, adamla anlaşarak arabasına bindi, konuşarak yolculuk sürüyordu. Azeri
yolcu bol bol konuşuyor, bu arada heybesindeki yiyecekten ikram ediyordu..
“Yahşı
çörek, yahşı gatığ, hansın iste, onu ye”
Birlikte Gence'ye doğru ilerliyorlardı. Azeri yolcu köy
yoluna geldiğinde ayrıldı. Revânî daha yolun başlangıcındaydı. Yüzlerce km.lik
yolu yürüyerek tek başına alacaktı. Köylerden yiyecek toplayacaktı. Dağları
aşacaktı. Tanımadığı insanlarla yolculuk yapacaktı. Bir süre sonra o da ekmek
bulmak için bir köye girdi. Bir kapıda yaşlı bir Azeri içeri çağırdı:
“Gel hele ağa,
hardan gelirsen, hara gedirsen?”
“Türki İstanbuli'yem.
Askerem.”
“İstanbul harda sen
harda? Elinde, ocagında ne tutarsan?”
“Çiftçiyem. Atamın torpağı var. Gardaşlarımnan unu işlerik. Bir
de saz çalaram. Siz ne deyirsiz? Çöğür.”
Ayran geldi, meyve geldi. Söyleşi koyulaştı. Yaşlı Azeri’den
ikinci önemli soru geldi:
“Şiisen
ya Sünnisen?”
“Şiiyem.”
“Çoh yahşı. Hele bir saz çal görek. Menim sazım var.”
Bağlama getirildi. Kurt Veli yılların özlemi ile bağlamayı
çalmaya başlayınca Azeri ev sahibinin gözleri parladı. Hemen bir istekte
bulundu:
“Burdan İstanbul'a getmah olabilmez.
Ola ki sen galasın burada. Benim gızı da verim sana. Sen menin oğul olasan! Ha
İstanbul, ha bura fergı yohdu temamı bir.”
Kurt Veli adını bilmediği bu Azeri köyünde altı ayı
aşkın süre dostça yaşadı. O Azeri kızı ise yalnızca bir görüntü kaldı. Ne ilgi
duydu, ne de elini sürdü. Mamaş'ta kendini bekleyen babası vardı, bacıları
vardı, eşi vardı. Köy burnunun ucunda tütüyordu. Bir gün tarla sularken suyun başına beli saplayıp, Sivas'ın
yolunu tuttu. Yayan yapıldak bin bir zorluğu aşarak Mamaş'a ulaşmayı başardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder