Yayında Olan Eserlerim

25 Kasım 2017 Cumartesi

Söğüdün Gölgesinde 6

6.
Ocağın Yanması
Ali Efendi'nin evde tek küçük oğlu kalmıştı. Bu 1907 do­ğumlu Abbas'tı. Şimdi gelinler ve kızlarıyla bu kocaman evde oğullarından gele­cek mektupları bekliyordu.
1916 ilkyazında köye hasta bir asker kaçağı geldi. Kaçak asker kendisiyle birlikte köye tifo hastalığını getirmişti. Bu sürede hastalık bütün köye yayıldı. Ali Efendi'nin evini de hastalık sarmıştı. İki karısı, oğlu, kız kardeşi hastaydı. Ali Efendi Sivas'a ilaç getirmeye gitti. Sivas'ta handa kötü bir düşünde gördü. İçi sızladı, evde bir uğursuzluk olduğunu anladı. Çarşıda pazarda ne bulduysa alıp köyün yolunu tuttu. 80 kmlik yolu at sırtında bir günde alarak köye ulaştı. Köyün üst başındaki yon­calıkta kuzu yayan çocukları gördü. Atı üzerin­de bir çocuğun yanına vardı:
“Hüseyin, oğlum köyde ne var ne yok? Bizim Evde bir şey var mı?”
“Dede, sizin evde Medine Ana öldü, Yeter Ana öldü, Elmas Bibi ağır hasta.”
Ali Efendi kötü düşün nedenini anlamıştı. Vakur biçimde köye doğru atını sürüdü. Atı üzerinde köyün üst başında belirince yaşıtlar birer ikişer Ali Efendi’nin evi önünde toplandı. Ali Efendi, kapı önünde dingin biçimde atından indi. Atın yularını bir çocuğun eline tutuşturdu. Atın üzerindeki heybeyi omuzuna aldı. Konağa yöneldiği anda yaşıtlarının seslendiğini duydu:
“Ali Efendi, gel hele biraz konuşalım, sonra gidersin eve.”
Uygun bir dille, Dede'ye olanları anlatacaklar, acıya hazır­layacaklardı. Ali Efendi'nin yüzünde acı bir gülümseme belirdi. Bu ağlama ile gülme arasında bir duygunun yansımasıydı. Aynı dinginlikle yanıt verdi:
“Komşular, olanları biliyorum. Şu bir iki elma ile bacımın hatrını sormak istiyorum, buna izin verin...”





6.
Bakü’ye Doğru
            Kurt Veli, dört yıla yakın süredir Doğu cephesinde Ruslara karşı savaşıyordu. Osmanlı ordusunun yaşadığı Sarıkamış dramı sonrasında cephede yaşananlar ölümcül bir direniş öyküsüydü. Yalın kat giysi içinde soğuğa ve açlığa karşı ayakta kalmaya çalışan inadına direniyordu. Cepheye ulaşan yetersiz düzeydeki erzak, daha sonra için bekletiliyor, baskın haberi geliyor, geri çekilmek gerekiyor, erzakı taşımaya zaman kalmıyor, Rus’un eline geçmesin diye yakılıyordu. Asker, Rus'tan çok açılıkla ve soğukla savaşıyorlardı. Bir türlü karınları doy­muyordu. Gün uzuyor, yıl oluyordu. Açlıktan ve yıllardır süren savaş yorgunluğundan dağ taş asker kaçağıyla doluyordu.
Umutsuz geçen o günlerde Rus cephesinin çökmesi büyük bir rahatlama yaşandı. Ne var ki, bu kez Ermeniler onların yerini aldı. Üstelik Ermeniler ilke ve kural da tanımıyorlardı. Yerli sivil Türk halkı, çocuk, kadın demeden kılıçtan geçiriyorlardı. Bir an önce yetişip sivil halkı kıyımdan kurtarmak gerkiyordu. Verilen emir üzerine ordu yürüyüşe geçti. Doğunun amansız kışında soğuktan koruması için saman basılmış çarıklarla ileri yürüyüş sürüyordu. Kurt Veli, dondurucu soğukta birliğiyle Hazere doğru ilerliyordu. Ermeni birlikleri ile çarpışma savaştan çok kapışmayı andırıyordu. Bir süre karşılıklı atışma sonrasında Ermeni birlikler çekiliyor, baskın fırsatı koluyorlardı. Yalnız Gence önlerinde şiddetli bir çatışma yaşayıp kayıp verdiler.
Gence, bir deyişde geçen sözlerle belleğindeydi. Cemlerde okunan, Şah İsmaîl’in kahramanlıklarını anlatan bir savaş ululamasında geçiyordu:
Gence ile Karabağı
Semerkant Buhara dağı
Kurup Keşmir de otağı
Horasan’dan yağa zülfün
Yol iz bulunmayan nefes kesen bozkırları aşıp ilerliyorladı. Adını duymadığı şehirler, yolunu bilmediği illeri geçiyorlardı. Sonuçta Hazar'a ulaşmışlardı.
Denize uzanan buruna yerleşmiş Bakü, şirin temiz bir şehirdi. Şehirde eski kutsal ateş tapınakları yanıyor, denizdeki kara petrol pompaları kenti kuşatıyordu. Bir yamaça evler birbirine yaslanmış denizi seyreder gibiydi. Küçük evlerin çoğu cumbalıydı. Ev önlerinde duvara tırmanan asmalar, sarmaşıklar ayrı bir güzellik veriyordu. Ama kentin işçi mahalleleri tozlu çamurlu sokaklarla yoksulluk içindeydi. Buralarda petrol işçileri, küçük gelir sahipleri yaşıyorlardı.
Ne var ki bu güzel şehrin havası Kurt Veli’ye yaramadı.
     Baku yazları sıcak oluyordu. Bu yayla iklimine büyümüş kişilerin dayanamayacağı deniz sıcağıydı. Kızgın yaz sıcağında Kaldığı koğuşta Kurt Veli'yi önce bir terleme sardı. Ardından bir titreme aldı. Korkunç bir hastalığa yakalanmıştı. Komutan durumunu kötü olduğunu görünce Azeri nöbetçiye Kurt Veli’yi hastaneye götürmesini söyledi. Azeri sırtlayıp hastaneye götürü­yordu. Ama Azeri de sırtındaki ağır yükü taşımaya dayana­mıyordu. Hastaneye yaklaştıklarında bir binayı gösterdi:
     “İşte hastane ora, gedebilersen mi?”
     “Gederim “
     Kurt Veli hastaneye doğru kendini kendini sürekleyerek ilerledi. Hastanenin yemyeşil bahçesine zor ulaştı. Bahçe üzüm asmalarıyla doluydu. İçeri girmek yerine hastanenin bahçesine geçti. Serinlik içinde ekşi üzümlerden yemeye başladı. Birden garip bir biçimde başından çat diye bir çatırdama sesi yükseldi. Bir rahatlama oldu, iyileştiğini hisseti ardında uykuya daldı. Düşünde anasının öldüğünü gördü. Köye bir mektup yazdı.
Askere gidenlerde pek seyrek gelen mektuplar en az üç ay sonra alıcıya ulaşıyordu. Bu mektuplar bir yaşam belirisi oluyor, sevinç dalgası biçiminde çevrede yankılanıyordu. “Gözün aydın, mektup kaç aylık” sorusuna, “Daha yeni, üç aylık” yanıtı sevindirici bir haber sayılıyordu.
O günlerde Ali Efendıye uzaklardan ulaşan mektup yüreğine soğuk su serpti. Dört yıla yakın bir süredir oğlundan ilk kez haber alıyordu ve işin ilginç yanı oğlu Bakü’den yazıyor, bütün bu dört yılı öyküsünü anlatıyordu. Mektup bir deme ile başlıyordu:
Bildin azimetin bizim ellere
Bir mektup vereyim dur seher yeli
Validemin mergadına hâkine
Sür yüzün selamın ver seher yeli

Ben de düştüm Acemistan iline
Alışmadım Acemlerin diline
Mektubumu kardeşimin eline
Kendi elin ile ver seher yeli

Dayım yok ki mektup yazam dayıma
Dayanamam gurbet elin yayına
Yüzlerimi pederimin payına
Sür yüzün selamım ver seher yeli

Revânî'yım böyle söyler dillerde
Havadis gelmez postalarda tellerde
Mektup gelir deyi gözüm yollarda
Yolların kesti mi kar seher yeli
Kurt Veli, dört yıla yakın aç yarı çıplak elde tüfek savaşmanın yorgunluğu ile bıktındı. Ne hastaneye girdi, ne de kışlaya uğradı. Hastanenin bahçesinde çıkıp Mamaş’ın yolunu tuttu.  Yüzünü Batıya dönüp yola düştü. Ne yapıp yapıp köyüne ulaşacaktı. Yolda bir araba ile yolculuk yapan bir Azeri ile karşılaştı. Saf pıprıl pırıl bir Azeri köylüsü Batı'ya doğru gidiyordu. Yolları birdi, adamla anlaşarak arabasına bindi, konuşarak yolculuk sürüyordu. Azeri yolcu bol bol konuşuyor, bu arada heybesindeki yiyecekten ikram ediyordu..
     “Yahşı çörek, yahşı gatığ, hansın iste, onu ye”
Birlikte Gence'ye doğru ilerliyorlardı. Azeri yolcu köy yoluna geldiğinde ayrıldı. Revânî daha yolun başlangıcındaydı. Yüzlerce km.lik yolu yürüyerek tek başına alacaktı. Köylerden yiye­cek toplayacaktı. Dağları aşacaktı. Tanımadığı insanlarla yolculuk yapacaktı. Bir süre sonra o da ekmek bulmak için bir köye girdi. Bir kapıda yaşlı bir Azeri içeri çağırdı:
     “Gel hele ağa, hardan gelirsen, hara gedirsen?”
     “Türki İstanbuli'yem. Askerem.”
     “İstanbul harda sen harda? Elinde, ocagında ne tutarsan?”
“Çiftçiyem. Atamın torpağı var. Gardaşlarımnan unu işlerik. Bir de saz çalaram. Siz ne deyirsiz? Çöğür.”
Ayran geldi, meyve geldi. Söyleşi koyulaştı. Yaşlı Azeri’den ikinci önemli soru geldi:
     “Şiisen ya Sünnisen?”
     “Şiiyem.”
“Çoh yahşı. Hele bir saz çal görek. Menim sazım var.”
Bağlama getirildi. Kurt Veli yılların özlemi ile bağlamayı çalmaya başlayınca Azeri ev sahibinin gözleri parladı. Hemen bir istekte bulundu:
“Burdan İstanbul'a getmah ola­bilmez. Ola ki sen galasın burada. Benim gızı da verim sana. Sen menin oğul olasan! Ha İstanbul, ha bura fergı yohdu temamı bir.”
Kurt Veli adını bilmediği bu Azeri köyünde altı ayı aşkın süre dostça yaşadı. O Azeri kızı ise yalnızca bir görüntü kaldı. Ne ilgi duydu, ne de elini sürdü. Mamaş'ta kendini bekleyen babası vardı, bacıları vardı, eşi vardı. Köy burnunun ucunda tütüyordu. Bir gün tarla sularken suyun başına beli saplayıp, Sivas'ın yolunu tuttu. Yayan yapıldak bin bir zorluğu aşarak Mamaş'a ulaşmayı başardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder