Oldum olası bu tür sorun
olabilecek işlerden tedirgin olur, uzak durmaya çalışırım.
Sevmem
sevmesine ya, yılanın sevmediği ot deliğinin önünde biter örneği tüm bu tür
işler gelip eninde sonunda beni bulur. Yüzümüzün yumuşaklığından donumuzun yaşı
kurumadı der yapmak zorunda kalırım. Başımdan geçen son olayda da tüm bu
duyguları yaşadım.
Yoksul
bir yakınımın düğünü için eşimle birlikte İzmir'e gittik. Düğün sahipleri
eşimin uzaktan akrabası Makedonya göçmeni bir aileydi. Varlıklı bir ailenin
görgüsü içinde son derece ölçülü düzeyli insanlardı. Saygılı biçimde kızlarına
takacakları altın takıları Kemeraltı’ndaki tanıdık bir kuyumcudan alıp gelmemi
dilediler. Tüm erkeklerin düğün hazırlığı içinde koşuşturduğu bir ortamda böyle
bir isteği geri çevirme şansım yoktu. Eşimi içeriye çekip bu işi üstlenmek
istemediğimi söyledim se de söz geçiremedim.
«Sanki
çok ağır bir şeymiş ne var şuradan atlayıp konak'a geçeceksin. Takıları alıp
geleceksin. Yüksünüyorsan ben gidip getireyim.» diye çıkıştı.
Bir
karşı sav gücüm kalmamıştı. Yine de direnecek bir gerekçe buldum:
«Hani
bu altın, takı işi sorunlu olur. Eksik çıkar, kayıp olur sonra arkamızdan söz
söylenir.» diye gerekçe gösterip direttiysem de söz geçiremedim.
«Ne
eksik çıkacakmış, alacağın belli, vereceğin belli. Herkesin işi var senden bir
ricada bulunduk git şu takıları al gel, ayıptır.»
Söz
bağlanmıştı. Bir söz söyleyecek gücüm yoktu.
«Peki
deyip söylediğini kabul ettim. Alınacak takılar ince ayrıntı ile bir kağıda
yazılmıştı. İki altın yüzük, dört bilezik, bir altın zincir, kolye ve iki küpe.
Karşılığı da daha önceden konuşulduğu için kuruşu kuruşuna bir deste para
olarak teslim edildi. Sıkıca sarılmış parayı alıp kot pantolonumun ön cebine
yerleştirirken, varlıktan yokluğa düşmüş bu ailenin bunca parayı dişlerinden
tırnağından arttırıp kızlarına takı parası olarak biriktirmeleri içimi
sızlattı. Üzerine bir lastik geçirilip sıkıştırılmış para demeti ter kokuyordu.
Göğüslerinde ya da yastık altıda koruyarak biriktirmiş olmalılardı. Şemik'lerde
küçük, eski bir bağ evinde yaşıyorlardı. Yıllar önce Türkiye'ye göç sırasında
Üsküp'teki tüm varlıklarını bırakıp Türkiye'ye göçmüşler kendilerine verilen
olanaklarla yaşamlarını sürdürmeye koyulmuşlardı. Çocuk yaşta Türkiye'ye gelen
ilk kuşak yaşlanıp dede nine olmuş torunlarının düğün mutluluğunu yaşama
sevincini taşıyorlardı. Eski günlerdeki varlıkları ile övünmezler,
yoksulluklarını belli etmemeye özen göstererek konuklarını en iyi biçimde
ağırlamaya çalışırlardı. Verilen para kot pantolonun ön cebinde bir şişkinlik
yapıp beni rahatsız etse de, orada daha güvenceliydi, bu tedirginliği
önemsemeden üzerime ince deri ceketimi giyip yola düştüm. Hazır zaman
kazanmışken İzmir özlemimi de gidermek istiyorum. Bir bakıma evden
kurtulduğuma, gelip giden konuk sağanağından, kucaklaşma, hal hatır söyleşisi,
yaşlanmışsın, seni iyi gördüm türünden anlamsız konuşmalardan kurtulup kendimi
dışarı attığıma sevinmiştim. Gerekçeli kaçak zaman dilimini sonuna kadar
özgürce kullanıp düğün saatine yakın evde olmak istiyordum. Önce banliyö treni
ile Karşıyaka istasyonunda inip şimdilerde geleneksel kahveye dönüştürülen
istasyon binasına girdim. Eski sokaklar eski yapılar tanıdık bir yüz gibi
gülümser belleğimde. Buralarda geçmişime gençliğime dönerim. Duygular
düşünceler titreşir bilincimde. Karşıyaka ve Karşıyaka istasyonu da bir an beni
alıp eski günlere götürdü. Cumartesi günleri istasyondan iskeleye uzanan yol
araç akışına kapatılır, yayalar boylu boyunca geniş yolu doldururdu. Gençler
sevgi, yaşlılar tanıdık yüzler arardı. Karşıyaka Ernst Hemingway'in Paris betimlemesini
andırırdı. Hep onun «Gençliğimizde bir kez Paris'te olduysanız tüm yaşam boyu Paris’i
anacaksınız...» türünden sözlerinin Karşıyaka için söylenmiş olduğunu
düşünürdüm. Akşam üzerleri ünlü kokoreççi istasyon yakınlarında tezgahını kurar
kuyrukta bekleyen müşterilere bağırarak malını övgüyle pazarlardı:
«Paranla
bok ye, kokoreç!»
Müşteriler
gülümseyerek sırada bekler, kokoreçlerini alırlardı. Eski dünleri arayışım
geçmişe mi özlem, yoksa gençliği mi özlemdi, bilemiyordum.
Bu
düşünceler içinde dalgın otururken önüme konan çayla kendime geldim. Bir an
elimi telaşla ön cebime attım. Oh çok şükür para yerindeydi. Telaşım kim
müşterilerin dikkatini çekmiş olmalı ki garip garip bakanlar oldu. Alçak sesle
birbirine ne olup bittiğini soranlar dikkatimi çekti. Benim rahatlamam onların
da kendi dünyalarına dönmelerini sağladı. Taş oynuyorlar, sigaralarını
tüttürüyorlar, demli çaylarını yudumluyorlardı. Çoğunluğu emekli yaşlılarda
zamanlarını nasıl geçireceklerini bilmeden, karı dedikodusundan uzak,
kendilerini kahvelere atıyorlardı. Bir an onların duygularını paylaşmak istedim
çay getiren çocuğa köşedeki büfeden bir paket sigara alması için para çıkarmaya
kalktım. O anda yaptığım yanlışı anladım. Kendi cüzdanım yerine bana emanet
edilen para destesini çıkarmıştım. Korku ile çevreye bakarak para bestesini
cebime sokup deri ceketin iç cebinden cüzdanı çıkarıp çocuğa on lira uzattım.
Çocuk «Hangi sigara olacak ağabey» diye sorduğu sırada ilerde genç bir adamın
bizi dikkatle izlediğini gördüm. Çocuk bir iki dakika içinde benim istediğim
hafif sigarayı getirmişti. Acele ile sigaramı yakarken bende içimdeki sıkıntı
tedirginliğe dönüşmüştü. Yaşadığım anın tadını özümsemek için sigarayı yarı
yerine kadar içip kendimi kahveden dışarı attım. İskeleye uzanan caddede
kalabalığa karışıp ilerlerken rahatlamıştım. Ne olur ne olmaz diye bir kez
ardıma bakma gereğini duydum. Gerçekte bu duygu bende 12 Eylül dönemi
günlerinden kalan bir alışkanlıktı. Sivil polislerin sürekli tedirgin ettiği o
günlerde bir vitrin camı önünde durup izlenip izlenmediğimi denetler, arkamdaki
kuşkulu gölgeleri izlerdim. Bu denetleme alışkanlığı bir süre sonra bende korkunç
bir duyu geliştirdi. İzlendiğimi anında sezer oldum. O dönem için gerekli bu
davranışım bir süre sonra alışkanlığa dönüştü. Hangi kahveye gitsem sırtımı
duvara verip girip çıkan izler oldum. Yaşadığım olaylar yüreğinde derin yaralar
açmıştı.
İskeleye
uzanan yolda bir vitrin önünde durup arkamı kolaçan ettiğimde, demin kahvede
karşımda oturan kılıksız genç adamın yavaş adımlarla ardımdan geldiğini gördüm.
Pis bakışları kalabalık üzerinde geziniyor sonra benim üzerimde yoğunlaşıyordu.
O da büyük bir maharetle kendisinin izlenip izlenmediğini denetliyordu.
Bunca
kalabalığın içinde kaba güce, kapkaça yönelmesi olanaksızdı. Fırsatını bulup
bir biçimde parayı çekip sıvışacaktı. Ama o da pek olanaklı gözükmüyordu. Para
en güvenilir cebinde korunuyordu. Elini dokunsa sezer ağzının üstüne yumruğumu
giydirirdim. Yine de rahatsız olmuştum arkamdan gelmesinden. Sessizce bir
pasaja girip arka kapısından çıktığımda beni kaybettiğini anladım. Yeniden bir
ferahlama çöktü üzerime, Karşıyaka vapur iskelesine rahat adımlarla ilerledim.
Vapurun kalkmasına daha on dakika gibi bir zaman vardı. Bir zaman kaygısı
olmaksızın Konak'a geçecektim. Karşıyaka istasyonunda içime sinmeden içemediğim
çayımı vapurun güvertesinde içecek, görkemli İzmir koyunu özlemle kucaklarcasına
bağrıma basacaktım.
Konak
Meydanı'ndaki o güzelim cami bir biblo gibi yüksek beton yığınları arasında
seçiliyordu. Tarihsel saat kulesi meydanda kaybolmuş gibi görüntüsü küçülmüştü.
Kemeraltı’na doğru ilerliyordum ki tanıdık bir sesin adımı çağırdığını duydum.
Dönüp baktığımda Almanya’dan tanıdığım bir işçi dostumdu. Emekli olup
Türkiye'ye dönmüş, İzmir’e yerleşmişti. Genç bir akrabasıyla Kemeraltın’ı
gezerken beni görmüş, beni görünce yıllarlık özlemle bayram yerine giden
çocuklar gibi sevinmişti. Daha benim ne konumda olduğumu bilmeden tutturdu:
“İyi
elime geçtin. Vallahi bırakmam. Ne dersen de boş. Bir yemek yiyeceğiz, sohbet
edeceğiz.”
Yıllar
sonra karşılaşmak beni de çok mutlu etmişti. Ama önce içinde bulunduğum ortamda
bu isteğini yerine getirmem olanaksızdı. İşçi dostuma kısaca neden İzmir'de
olduğunu özetledim.
Bir
güvence bulmuşçasına sevinerek:
«Öylesine
uzun oturacak zamanım yok, gidip şu emaneti birlikte alalım, sonra çayımızı
içeriz. Seninle karşılaşmam iyi oldu yanımda bulun» dedim.
Birlikte
eski günleri anarak kuyumcuya doğru ilerlerken, o yanındaki akrabasına benim
önemimden, dürüstlüğümden söz ediyor öve öve bitiremiyor, kendisiyle nasıl dost
olduğumuzu, içtiğimiz suyun ayrı gitmediğini gururlanarak anlatıp yanındaki
genç adam üzerinde etki bırakmaya çalışırken ben konudan koptum. Beynimin
içinde bir şeyler geziniyordu. Sanki ben, ben değil bir başkasıydım. Başka bir
zamanda ve uzamda yaşıyordum. Uçsuz bucaksız bir bozkırda, toparlak bir çadırda,
çekik gözlü, yuvarlak yüzlü insanlarla konuşuyordum. Birden içtiğim ekşi bir
ayranı andıran içki dilimi burdu.
“Kımız
çok ekşiymiş” sözü yuvarlandı dudaklarımdan.
İşçi
dostum, şaşırmış yüzüme baktı.
“Ne
kımızı hocam?”
“Özür
dilerim birden ağzımdan kaçtı” deyip kapattım.
Yanımızdaki
genç adam kendi havasındaydı. O anlattıkça yanındaki genç adamın gözleri
parlıyor, yüzüme bakıyor, tavırlarımdan anlatılanların doğru olmadığını
çıkarmaya çalışıyordu. Bir süre sonra bu övgüler beni yorar oldu. Konuyu
kapatıp rahatlamak istedim, küçük işyerinin gözükmesi imdadıma yetişti.
“İşte
kuyumcuya geldik” diye kuyumcu dükkanın tabelasını gösterip konuşmayı kestim.
Kuyumcu
geleceğimden haberli olduğu için bütün takıları hazırlamıştı. Tek tek takıları
gösterip parlak kağıtlara özenle sarıp kutularına koydu, sonra paketledi, küçük
bir plastik çantacığa yerleştirip elime tutuşturdu. Ön cebimde üzerine bir
lastik geçirilmiş para destesini olduğu gibi uzattım. Paraları özenle tek tek
saydı. Tüm hesap düzgündü. Çay söylemek istediyse de kabul etmedik. Teşekkür
edip ayrıldık.
Bu işi
çözümledikten sonra işçi dostumla oturup gönül rahatlığı ile çay içer söyleşi
yapabilirdim. Yanımda o olduğu için kendimi güvencede sayıyordum. Birlikte
yeniden onarılmış tarihsel Salepçioğlu pasajında girdik. İçerisi pırıl pırıldı.
Binbirgece masallarının karmaşık Bağdat çarşısı görüntüsü gitmiş, düzenli kent
pasajı olmuş, ama ruhunu kaybetmemişti. Tepeden güneş ışığı alan orta alanda
oluşturulan çay bahçesinde kız erkek gençler oturmuş konuşuyorlardı. Maslarını
telefonlar, kitaplar dolduruyordu. Üniversite ya da lise öğrencileri
olmalıydılar. Kıyılarda mağazalar vardı Bir üst kattaki mağazaları gezenleri görebiliyordum.
Köşedeki tarihsel kahve korunuyordu. Eski günlerin özlemiyle o kahveye yöneldim.
Şimdi, gönül rahatlığı içinde demli çayımı içip söyleşinin tadını
çıkarabilirdim. Daha masaya otururken söylediğimiz çaylar masamıza damlamıştı.
İşçi
dostumu görmeyeli yaklaşık yirmi yıl oluyordu. Üç beş dakika içinde aradan
geçen yıllarımızı birbirimize anlattık. Benim ders verdiğim çocukların birer
meslek sahibi olmalarına sevindiğimizi belirttik. İşçi dostum epeyce
yaşlanmıştı. Bana «Hiç değişmemişsin» dediyse de inanmadığını söyledim. İkimiz
de görüyorduk yüzlerimizde yılların bıraktığı çizgileri.
Plastik
takı çantası elime ayağıma dolaşıyor biraz canımı sıkıyordu, ama yapacak bir
şey yoktu. Şöyle cep kitabı büyüklüğünde biraz kalınca bir şeydi. Pantolon
cebime sığması olanaksızdı. Masada önüme koydum, bir elimle onu tutuyor, bir
elimle de çayımı yudumluyordum.
İşçi
dostumun Türkiye’deki yaşantımdan bilgisi olduğunu anlıyordum. 12 Eylül
sonrasının bunalımlı Almanya günlerini şimdi gülerek anlatıyordum.
Biz,
birbirimizi övgüler dizerken işçi dostumun cep telefonu çaldı. Birden izin alıp
telefonda konuşmaya başladığında bir garip konuşma geçmeye başladı.
Karşıdakinin kim olduğu belli değildi. Bir şeyler söylüyor, işçi arkadaşım ne
olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. İşçi dostuma,
“Bulgaristan’dır,
Bulgar kızlar arayıp para isterler, kapa” dedim. İşçi dostum gözü ile “yok,
değil” diye işaret etti.
Biz ne
olup bittiğini kestirmeye çalışırken telefon kapandı. Bizim meraklı
bakışlarımızın arasında, işçi dostum, telefon konuşmasının özünü açıkladı.
Tanımadık biri «takı çantası kaybolacak» diye bizi uyarıyordu.
Birden
bir elimle tuttuğum takı çantasının sıkıca kavradım. Olduğu gibi yerinde
duruyordu.
Şaşıp
kalmıştık. Kimdi bu adam? Beni bir izleyen mi olmuştu? Şu an kahvede miydi?
Üçümüzün
de renginin attığını fark ettim. Bakışlarımız kahve içinde gezindi. Kimsede bir
belirti yoktu. Ortadaki çay bahçesini genç öğrenciler kendi dünyalarındaydılar.
Kimsenin kimseden haberi yoktu. Her biri bir köşede kaynatıyor, kızlı erkekli
şakalaşıyor, sohbet ediyorlardı. Kahveyi dolduran orta ya da yaşlık kuşaktan
erkeklerin den onlardan farkı yoktu.
Gelişigüzel
gelen şaka telefonlardan denemezdi. Plastik takı çantasını oldukça iyi tanımlamıştı.
Bizi izlediğini varsaysak, bana telefon ederdi. İşçi arkadaşımın telefonunu
nereden bulmuştu, neden beni değil de onu arıyordu?
Bir
süre bu soruları kendimize sorup tartışarak zaman geçirdik, ama üçümüzün de
tadı kaçmıştı. Bir garip ruh baskısı altındaydık. Benim bu konulardaki
titizliğimi Almanya’dan bilen arkadaşım,
“Gidelim
hocam, senin işin var” diye bir an önce gitmemizi önerdi. Zaten oturacak
halimiz kalmamıştı.
Masaya
cebinden çıkardığı beş lirayı bıraktı, öylece çıktık dışarı. İşçi dostuma
sabahtır yaşadığım iç sıkıntısını anlatıp altınları teslim edinceye dek
yanımdan ayrılmamasını rica ettim. İşçi arkadaşım, yakını ile birlikte yanımdan
ayrılmaksızın konak iskelesine geçtik. Lacivert takı çantasını sıkı sıkı elinde
tutuyor sürekli gözümü ayırmıyordum. İşçi arkadaşım «Ben taşıyayım» diye sorumluluğu
üstlenip beni rahatlatmak istediyse de kabul etmedim. O da kaybetse, ben de
kaybetsem hesap benden sorulacaktı.
Konak
iskelesi Karşıyaka'ya dönen yolcularla tıklım tıklım doluydu. Vapurun yanaşması
ile yoğun bir akın başladı. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum takı çantası, yanımda
iki dostumla yolcuların ardından vapura girdim. Vapur tıklım tıklım dolmuş kimi
yolcular ayakta kalmıştı. Arkadaşlarımla pek kimse gitmez düşüncesiyle, at
kamaraya yöneldim. Daha merdiven başından bakmamla oranın da dolu olduğunu
görmem bir oldu. Fakat benim merdiven başında görünmemle bir ses yükselmesi bir
oldu. Biri «hala takı çantası kaybolmadı mı?» diye soruyordu.
Bir
tokat yemiş gibi oldum. Korku ve kuşkudan kendi kendime sesler mi duyuyordum? Yoksa
başka birine mi yönelik gelişigüzel bir söz müydü bu? İkircik içinde yaşanan
anlarda insanların her olaydan nem kaptıklarını çok iyi bilirdim. Arkadaşlarımın
yüzüne baktım, onlar da şaşkın bana bakıyorlardı. Aynı sözleri duymuşlardı ve
bu soru bana yönelikti. Elimde sıkı sıkıya tuttuğum takı çantasına baktım,
yerindeydi. Dayanamadım, kime seslendiği belli olmayan bu garip adama aynı
kararlılıkla yanıt verdim:
«Evet
gitmedi duruyor.»
Sabahtır
yaşadığım gerilim yüzünden sinirlerim iyice bozulmuştu. Adeta azarlar, küfreder
gibi bağırmıştım. Kime, ne söylediğim belli olmayan sözleri kalabalık garip
bakışlarla anlamaya çalışıyordu. Biz merdiven başında uzaklaşırken aşağıdan
yumuşak sesle gülerek bir karşılık geldi:
«Eh
öyleyse birazdan...»
Allah
Allah! Neydi bu yaşadıklarım? hani tek başıma olsam, kuruntu ve kuşkuma verip
olanları açıklayıp rahatlayacaktım. Bir neden bulmak insanı her zaman
rahatlatan bir duyguydu. Ama bir türlü bir neden bulamıyordum. Yanımdakiler de
aynı şeyleri yaşıyorlar bir türlü bir açıklama, bir yorum getiremiyorlardı.
Merdivenlerden
uzaklaşıp ilerlerken durumumu görüp üzülen bir genç bir sıra başındaki yerini
bana verdi. Yaşadığım gerilimin yorgunluğu ile genç adama teşekkür etmeden güm
diye sıra başındaki yere oturdum. Takı çantası iki elim arasında iyice canımı
sıkar olmuştu. Sıra başında oturunca çantadan kurtulmak istedim. Pantolon
ceplerine sığması söz konusu değildi. Deri ceketin iç ceplerini sınadım,
oralara da sığmıyordu. Yan cepler hafif yandan eğimli, fermuarlı ceplerdi.
Sıranın bitim tarafına düşen sol cebime sığdırıp fermuarı kapadım. Ellerim
boşalmış; üstümdeki sıkıntı kalkmıştı. Sol yanımı ahşap koltuk korunağına
yasladım. Her şeyi unutup yeniden Almanya günlerine döndüm. Almanya’da
yaşadığımız gülünç olayları karikatrüze ediyor, anlatıyor, konuşmaya kulak
misafiri olanları da güldürüyordum. İki arkadaşın yanı başımda ayakta gülerek
beni dinliyorlardı. İşçi arkadaşım kimileyin anlattığım olaya ekte bulunuyor,
ya da düzeltiyor, olayı daha da komik biçime sokuyordu.
Bir
çocuk arabası içinde bebeği ile çok güzel genç bir kadın, izin isteyerek
arkadaşlarımın arasından geçti. Üzerinde şık bir giysi vardı. Öylesine ince,
hoş bir görünümdeydi ki, yanımda duran genç adamın gözlerine “Nasıl? Güzel
değil mi?” dercesine baktım. Ne söylemek istediğimi anlayıp güldü.
Karşıyaka
iskelesine yaklaşmıştık ki, dirseğimle cebimdeki takı çantasını yoklamak
istedim. Aman tanrım cebim boştu. Koca takı çantası adeta buharlaşıp uçmuştu.
Telaşım arkadaşlarıma da yansıdı. Sağı solu aramaya insanlara soruyorlardı. Kimse
yoktu, nasıl olup da ortadan yok olmuştu.
Artık
bitip tükenmiş, mantığımı özdenetimimi yitirmiştim. Yapacak hiçbir şey
kalmamıştı. Vapur Karşıyaka iskelesinde yanaşmadan bir çözüm bulmalıydım.
Vapurdaki yolcuları polis denetiminden geçirip boşaltmak olanaksızdı. Bu
yapılacak olsa bile, çalan vapurun bir kıyısına saklar sonra alırdı, çok
sıkışırsa denize atar kurtulurdu. Bir an bu düşünceler bilincinde yıldırım
hızıyla geçti. Hemen kararımı verdim. Vapur boşalmaya hazırlanırken, bodrum
merdivenlerinin başına vardım. Kendi konumumu unutup olanca sesimle bağırdım:
«Hey
arkadaş, sabahtır söylediğin gerçekleşti. Takı çantası kayboldu...»
Sesimde
yakaran bir rica tonu vardı. Halk meraklı bakışlarla yüzüme bakıyor, birbirine
garip sorular soruyorlardı. Aşağıdan gülümseyen bir ses yükseldi:
«Biliyordum
olacağını. Üzülme takı çantasını bulacağım.» diye beni teselli ediyordu.
Gerçek
miydi, nasıl olurdu? Yaşamımda böyle garip olaylara inanmamıştım. Şimdi ben
yaşıyordum. Aşağı kamaradan yükselen ses bir şaka mıydı? Başımdan kızgın su
dökülmüş gibi gerilim içinde merdiven başında –arkadaşlarımla– beklemeye
koyuldum. Vapur iskeleye yanaşmış yolcular inmeye başlamıştı. Kimileri acıyarak
durumuma bakıyor, takı çantasını çalana kargışlar yardırıyorlardı. Vapurun
boşalmasına yakın otuzlu yaşlarda temiz yüzlü bir adam eşi ile yukarı çıktı.
Kolumu dostça sıkarken dingin bir sesle konuşmaya başladı:
«Üzülme.
Kimin aldığını biliyorum. Benimle gel. Takı çantasını bulup sana teslim
edeceğim.»
Olacak
şey miydi bu? Koca vapur boşalıp gitmişti. Şimdi, bir adam bana güvence
veriyor, çalınan tüm altınların bulacağını söylüyordu. Başka hiçbir seçeneğim
yoktu, bulursa bu adam bulacaktı. Belki de çalan ya da çaldıran, gerçekte bu
adamdı. Birlikte adamla eşinin yanına takılıp yürüdük. Adamın bizi götüreceği
yere doğru yürürken gerekirse zora başvurup bu adamı konuşturacağımı
düşünüyordum. Nasıl olsa üç kişiydik ve üçümüzün de gücü yerindeydi. Ne var ki
iskeleden ayrıldıktan sonra Almanya'dan arkadaşım yan çizmeye başladı. Bizimle
gelmek istemiyor türlü gerekçeler uyduruyordu. Almanya'da yaşadığı deneyimler
ona sonu nereye varacağı belli olmayan bir yolculuktan alıkoymaya öğretmişti.
Bir iki saat önce ölümüne bağlılıktan söz eden dostum, şimdi bana bu adamdan
bir şey çıkmayacağını, başımı belaya sokmamamı öğütlüyor, akılınca çözümler
üretiyordu:
“Almanya’daki
tanış bilişlerden bu parayı toplar yitiği öderiz. Hocam, boşuna bu adama
takılma, bir hayır gelmez. Sen okumuş adamsın.”
Benim
bir iki saat sonra bu takıları teslim etmem gerektiğini önemsemiyordu. Hem
yıllar önceki tanış bilişten yitirilen takılar için nasıl para istenirdi, böyle
bir isteğe kim destek çıkardı? Almancı tanıdıklar bu öyküyü ilgi ile
dinleyecekler, “aptallığına doymasın, zaten başına çıkacak vardı, belasını
bulmuş” diye gülecekler, içlerinde birikmiş okur yazar düşmanlığı içinde zevk
alacaklardı. Bu düşüncelerimi uygun bir dille anlatıyor, gizemli adamı
bırakmamada direniyordu. O giderse genç akrabası da gidecek, yalnız kalacaktım.
Ancak
ne söylersem söyleyeyim Almancı dostum, ayrılacağını anladım. Zorlamanın,
yalvarmanın anlamı yoktu. Gönülsüz köpek götsüz enik doğururdu. Hırsımdan
gözlerimden yaşlar geliyordu. Başıma ne gelirse gelsin minnet etmeyecektim. Bir
anda içimdeki korku duvarı yıkıldı. İnsan korktukça, karşıdaki üzerine
geliyordu.
“Peki,
dostum git. Senin ne para toplamana, ne de aklına ihtiyacım var. Ben kendi
göbeğimi kendim keserim” diye söylendim. Hala ağzında birtakım gerekçeler
geveliyor, sözde kendini haklı göstermek istiyordu ki bağırmak yüksek sesle
azarlamak zorunda kaldım:
“Tamam
anladık, senin işin var. Git diyorum, başka ne söyleyeyim, git.”
İşçi
dostumun, tekme yemiş bir fino köpeği gibi yanımdan kaçtığını gördüm.
Ama
hayret edeceğim başka bir olay gerçekleşti. Onunla birlikte tüyeceğini sandığım
genç akrabası yanımda kaldı. İşçi dostumun ödlek biçimde koşar adım kaçışını
tiksinerek izliyordu.
Gizemli
adam ise halimize gülümsüyor, bir eli
cebinde, genç eşinin kolunda öylece yürüyordu. Her şeye karşın hala umudumu
koruyordum. Bir–iki saat önce tanıdığım genç adamın beni yalnız bırakmaması da
gönlümü rahatlatmıştı. Karşıyaka, ikindi serinliliğini yaşıyordu. Hemen
iskelenin karşısındaki çay bahçeleri, bira evleri tıklım tıklımdı. Müşteriler
çaylarını yudumluyorlar, biralarını içiyorlardı. Adını bile aklımda tutamadığım
genç adama sessizce
«Şu iş
hele hayırlısı ile hallolsun, seninle gelip şurada bir bira içeriz.» diye söz
verdim. Genç adam benden de üzgündü:
«Ağabey
keşke şu sorun hallolsa! Tek birayı benden içelim» diye karşılık verdi.
İstasyona
uzanan caddeye doğru karmaşık duygular içinde ilerliyorduk. Bu caddeyi kesen
ikinci sokaktan sola döndük. Hemen ilerde birinci katta yazıhaneyi andıran uzunca
bir odaya girdik. İçerisi birtakım malzemelerle doluydu. Duvarlarda garip
resimler, tahta ayaklıklar, boyalar fırçalar serpiştirilmiş gibiydi.
Bakışlarımı odanın görünümünden uzaklaştırıp Gizemli adama çevirdim. Umutsuz
bir biçimde adamın yüzüne bakıyor ne yapacağını merak ediyordum. Hafif elmacık
kemikleri çıkık, genç bir adamdı. Özgüvenli, dingin bir görünümü vardı. Rahat
bir tavırlar cep telefonunu çıkardı ve karşısındaki kişi ile konuşmaya başladı.
«Bacı»
diye söze girdi adam. «Sen çocuğunun mamalarını kaybettin. O mamaları ben
buldum. Gel çocuğun mamalarını al, çocuk aç kalmasın.»
Sözcükleri
damaksı seslerle söylüyordu. Karslı mı Diyarbakırlı mı olduğunu ağız
özelliklerinden çıkarmaya çalışıyor bir türlü nereli olduğuna karar
veremiyordum. Adamın nereli olduğunu çözmekten uzaklaşıp konuşmaya yoğunlaştım.
“Bacı”
diye seslendiği karşıdaki kişinin öfkeli sesini bulunduğum yerden
duyabiliyordum. Gizemli adam en küçük tepki göstermeksizin dinledi. Sonra aynı
yumuşak tonla «Çocuk aç kalmasın dedim, yerimi biliyorsun, gel mamalarını al!»
diyerek telefonu kapadı.
Bu ne
biçim konuşmaydı? Adam bizimle kafa mı buluyordu? beni yalnız bırakmayan genç
adamla göz göze geldim. O da şaşkın bana bakıyordu. Üçümüz ayaktaydık. Yalnız
gizemli adamın yanındaki genç kadın köşedeki koltuğa gömülmüş rahat bir biçimde
bizi seyrediyordu. Yaşadığım bu gerilime dayanma gücüm bitmişti. Son bir
kurtuluş gibi cebinden sigara paketini çıkardım, sigarayı ağzıma aldım ki,
sigarayı yakmama fırsat kalmadan Gizemli adam bir fiske vurup sigarayı ağzından
düşürdü:
«Af
edersiniz, el memleket görmüş adamım. Sizden izin almalıydım” diye üstü kapalı
övünerek kendi geçmişimi vurgulamanın ardından “yaşadıklarımı görüyorsunuz,
iyice bunaldım. Gerçekte sigara tiryakisi de değilim. Bir düğüne gideceğim için
aldım. Takılar da düğün sahibinin” diye açıklamada bulundum. Kırmak, hakaret
etmemek için olağanüstü özen gösteriyordum. Şu mama öyküsü neydi? Nerede
bulunacaktı altın takılar?
Gizemli
adamın nurlu yüzünde bilgece bir gülümseme belirdi. Başını hafifçe sallıyor, konuşmamı
“evet, evet” anlamına gelen baş sallayışlarla onaylıyordu. Kendi yaşamöykümü
anlamsızlığını anlıyordum. Zaten her özyaşamöyküsü bir övünme değil miydi? Bu
ortamda bu gizemli adama özyaşamöykümün nesiyle övünecektim ki? Ne diyeceğimi
şaşırmış, susmuştum ki, karşıda rahat biçimde koltuğa gömülmüş genç kadının
söze girmesi imdadıma yetişti. Eşinin söze başlaması bir anda içim rahatlattı.
Bir kadın sesi böyle anlarda insana güven veriyordu.
Kadın:
«Başına
ne geldiyse bu sigaradan yüzünden geldi. Kocam bu benim. İki yıl önce evlendik.
Herkes onu Tatar diye aşağılıyor. O Tatar değil Azeri» diye eşinin kaba
davranışına bir anlamda özür diler biçimde konuşuyordu.
Bir
şok daha yaşıyordum nereden çıkmıştı bu Azerilik Tatarlık? Benim Karslı ya da
Diyarbakırlı olduğunu düşündüğüm bu adam Azeri olsa ne değişirdi Tatar olsan ne
yazardı? Bir kişinin şu kökten ya da bu halktan gelmesi suç ya da aşağılama
nedeni olsundu?
Bu
düşüncelerle kadını teselli etmeye kalktım. İçinde bulunduğum ortam yüzünden
düşüncelerimi bir türlü toplayıp doğru düzgün konuşamıyordum. Kesik tümcelerle
söylediğim sözlerin yarısı ya anlaşılıyordu yada daha azı. Ama kadın sözümü
kesip kendi konuşmasını sürdürdü:
«Dediğim
gibi Azeri benim eşim. Türkiye'ye gelmeden önce ölümcül hastalığa yakalanmış.
Doktorlar birkaç ay ömrü kaldığını söylemişler. O da başını alıp Altaylara
gitmiş Tuva Türkleri arasında Şamanlara karışmış.»
Artık
ayakta duracak halim kalmamıştı. Teklif beklemeksizin, kıyıda duran sandalyeye
oturup kadının gözlerine bakarak dinlemeye koyuldum. Benimle birlikte gelen
genç adam da aynısını yaptı. Bizim yıkılırcasına elimize geçirdiğimiz
oturaklara çökmemiz, kadının içini sızlattığının anladım.
“Durun
size bir Türk kahvesi yapayım. Sıkıntıyı üzerinden atıp rahatlarsınız. Sonra da
falınıza bakarım.”
Bir
anda yanımda gelen genç adamla göz göze geldim. Aynı kuşkuyu onun gözlerinde de
görüyordum
Kahveye
bir şey katıp bizi uyutacak ya da zehirleyecek miydi? Genç kadın halimize
gülümseyerek konuşmasını sürdürdü:
“Kahveyi
burada gözünüzün önünde pişireceğim, birlikte içeceğiz. Takıların gelmesi daha
bir süre zaman alır. Bu arada ben de öykünüzü bitirmiş olurum, sıkılmazsınız.”
Red
edecek “istemez, zahmet vermeye00lim” diyecek konumda değildik.
Genç
kadın üzeri işlemeli cezveyi suyla doldurup ocağın üzerine korken anlatısını
sürdürüyordu:
«Ha,
nerede kalmıştık? Eşim orada Şamanlar arasında onların yöntemi ile iyileşmiş.
Kendi de Şaman olmuş. Yani duyduğunuz, bildiğiniz Şaman.»
Beni
yalnız bırakmayan genç adam konuşmalardan bir şey anlamıyor, bir bana, bir
kadına, bir gizemli adama bakıyordu. Sözü göreceği korkusu ile hemen kendisini “sus”
diye gözlerimle uyardım. Daha sonra bunların anlamını kendisine açıklayacaktım.
«Asıl
mesleği ressamlık. Azerbaycan’da yetenekli bir ressammış bu hastalık başlayınca
mesleğine ara vermiş!»
O anda
cezvedeki su kaynamış, kahve köpürmeye başlamıştı. Bu görüntü, bilincindeki
düğümün çözülmesiydi. Genç kadın kahveyi fincanlara doldururken dikkatle odayı
gözden geçirdim.
Daha
önce önemsemediğim dağınık eşyalar, salaş uzam bilincimde bir anlam kazandı: Bulunduğumuz
oda bir resim atölyesiydi. Girişte abuk sabuk görüntüler sandığım duvarlardaki
resimler ilk kez dikkatimi çekiyordu. Tümü bozkırlar, inek sağan çekik gözlü
yaşlı kadınlar, kara kıl çadırları yansıtıyordu. Renkler çizgiler o yaşantının
ruhunu duyumsatacak ölçüde derindi.
Genç
kadın fincanlara doldurduğu kahveyi önüme uzattığında, Gizemli odanın gizini çözmenin
mutluluğunu yaşıyordum. Bir an takıların bulunup bulunmaması bile, gözümde
önemini yitirmişti. Ne yapar, eder takıların parasını öderdim. Onların da beni
anlayacağından emindim. Yanımdan hiç ayrılmayan genç arkadaşım korku içinde
oyalanıyor, benim kahveyi bitirmemi bekliyor aklınca kendini güvenceye
alıyordu. Ona dönüp:
“Gönül
rahatlığı ile kahveni iç” diye güvence verdim. Bu arada ben, kahveyi içip
fincanı ters çevirmiştim bile.
Bir
süredir bizim konuşmalarımızı dinleyen Gizemli adam, suskunluğunu bozdu:
“Dur
bakalım, kahve falı ne söyleyecek?”
Bu kez
ben ona güldüm:
“Hiç
ne söyleyecek? Vızvız. Ben böyle şeylere inanmam. Dinler unutur geçerim.”
“Sen
hiç bir şeye inanmazdın” diye alaylı bir yanıt verdi. Sonra da çok derin bir
şey anlatacak gibi gözlerime baktı:
“Hem
biliyor musun, biz adaşız”
“Olabilir.
Ne önemi var?” dercesine omuzlarımı silktim. Gün boyu yaşadıklarımdan sonra
adaş olup olmamamızın bir anlamı kalmamıştı benim için. Ne yanıt vermeme gerektiğini
düşünürken kapı zilinin çalması beni sıkıntıdan kurtardı. Gizemli adamın genç
çoraplı ayakları ile seğirterek kapıya koştu.
Aman
Tanrım! O anda bir şok daha yaşıyordum.
Vapurda arkadaşlarımla aramızdan çocuk arabası ile süzülerek geçen o
güzel kadın karşımda duruyordu.
Bu
güzel yüz nasıl böyle bir hırsızlığı yapabilirdi? Sürekli koltuğumun altında
koruduğum fermuarlı cepten takı çantasını nasıl alabilmişti?
Hırsla
içeri girdi. Annesine direnmek isteyen bir kız çocuğu gibi iki ayağının birden
yere vurdu. Gözlerinden ateş saçarak yakınımda oturan gizemli adama bağırmaya
başladı:
«Düş
ikizi yeter artık beni rahat bırak.»
Birden
her şeyi unutup “düş ikizi” sözünü düşünmeye başladım. Neydi bu söz? Bir yerden
tanıdık geliyordu. Evet evet, kimileyin düşlerde başka biri olurduk. Şu an ben
de başka biri miydim? Bu Gizemli adam öyküler kurgulayıp yaşayan kişileri bu
öykülere yerleştirip oyunlar mı sergiliyordu? Şu an ben kurgulanmış bir oyunun
parçası mıydım?
Güzel
genç kadın, lacivert takı çantasını açmış, tek tek adlarını sayarak takıları
içeri fırlatıyordu:
« Al
bunlar yüzük» «al bilezikler» «al zincir»
Takılar
ortalığa yayılmıştı. Bir an önce takıları toplayıp lacivert çantaya
yerleştirmek için yerimden yekindiğimde Gizemli adam yada kendi adlandırması ile
Düş İkizim, bileğime elini bastırıp “otur” dedi. O güzel genç kadın
söyleyeceklerini çıkıp gitmişti bile.
Benim
yerime Gizemli Adamın genç eşi, takıları topladı, lacivert çantaya yerleştirip
elime tutuşturdu.
İşim
bitmiş, sorunum çözülmüş, rahatlamıştım. Şimdi, ben ona korkusuzca sorularımı
sorabilirdim.
«Neydi
yaşadıklarım? Nasıl olmuş da tüm gün beni izlemiş olanları bilmişti?»
Aynı
bilgece gülümseme ile söze girdi:
“Biz
adaşız dedim ya, gerçekte eksik söyledim. Adlarımız aynıydı. Türkiye’ye gelince
bir soyad seçmem gerekti. Bizde soyad yok, baba adımızı soyadı olarak
kullanırız. Hüseyinoğlu, ya da Zehra kızı gibi. Neyse, sonuç senin soyadını
seçmişim. O günden sonra seninle iç içe gibiyim. Sözgelimi, geçekte giden genç
kadının söylediği Düş İkizi ben değilim, sensin.”
Yeniden
beynimde karıncalar geziniyordu. Ben, ben miydim, yoksa karşımda her şeyi
boşlamış rahat oturan ikizim miydim?
Anlattığı
şeyler kavranır türden değildi. Sözde ölümle yaşam arasında geziniyordu. Yaşayan
birileriyle özdeşleşip onun tenine siniyor, yaşamını sürdürüyordu. Bu ne
Budizmdeki ruh göçü olayı ne de bizim güney illerinde yaşanan yeniden doğuş
olayıydı. Ruh göçünü, ten değiştirmeye dönüştürmüştü. Duyarlı bulduğu ruhlarla
bağlantı kuruyor, onunla bütünleşip yaşam sürüyordu. İçine girdiği ruhun başına
ne geleceğini biliyor, onun koruyuculuğunu üstleniyordu. Kendisinin ölü mü,
diri mi olduğu belli değildi. Evliliği, çevresi sarı bir sis altında gizliydi.
Zaman ve uzam dışı bir ortamda bulunuyordu.
Artık
bu saçmalardan iyice sıkılmıştım. Her ne olmuşsa olmuş, benim yitiklerim
bulunmuştu. Yitik bulununca emek aranmaz derlerdi. Benim için de öyle olmuştu.
Tıpkı benim gibi bir an önce canını dışarı atmak için sabırsızlıkla bekleyen arkadaşımın
gözlerine bakıp çıkma vakti geldiğini işaret ettim. Düş İkizimden bir an önce
kurtulmak istiyordum.
“Bize
müsaade. Yerini, öğrendik. Biz, seni ziyaret ederiz” diye Gizemli adamın büyülü
ortamından sıyrılmak istedim.
Gizemli
adam:
“Sevgili
düş ikizim, bir dakika” diye seslendi. “Böylesine acelen ne? Asıl öykü şimdi
başlıyor.
“Nasıl
yani?” dememe kalmadı ki önümde kapalı duran kahve fincanını gösterdi.
Gizemli
adamın bunca iyiliğinden sonra kapıyı çarpıp gidemezdim. Benimle gelen genç
adama “bir iki dakika daha bekleyelim” deyip Gizemli adama döndüm:
“Peki,
ama kısa kes. Akşama düğün var. Yetişmem gerek.”
Umursamaz
bir tavırla fincanı aldı. İçinde bakışlarını gezdirdi. Bilgece gülümseme ile
yanıma geldi. Elini omzuma koyup beni pencerenin yanına götürdü. Bir fincana,
bir yoldan gelip geçenlere baktı. Fincanı sehpanın önüne koyup dışarıda insan
kaynayan yolu gösterdi. İskele caddesi ile ana caddenin kesiştiği noktada takıları
çalan o güzel kız orada, öylece bekleyip duruyordu.
Gizemli
adamın yüzündeki bilgece gülümseme, sinsi bir alaya dönüşmüştü.
“Seni
bekliyor. Asıl öykü şimdi başlıyor. Karın, çocukların, kariyerin tümü bu
öykünün içinde. Bundan sonra benim koruyuculuğum da olmayacak. Kendi ayağının
üzerinde durmalısın. Benim kendi kendimi yenmem gibi, sen de kendini
yenmelisin. Hadi güle güle…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder