Büyük
ailenin şımartılmış oğlu…
Telefondaki ses onun öldüğünü söylüyordu.
Gözlerimde iki damla yaş belirdi. Ölen telefonmuş gibi, telefonun almacı
elimden kayıp gidiverdi. Sanki o anı yaşıyormuşum gibi, belleğimdeki anıların
külleri uçuverdi bir anda.
Ellili yılların başları olmalıydı. Ben, üç ya da
dört yaşındayım. O yıllarda adam boyu kar yağardı Sivas ellerine. Köyün alt
ucundaki karlarla kaplı alanda cirit oynanıyor. O, atın üzerinde en temiz
giysileri içinde, bir Buda heykeli gibi kendimden emin, öylece duruyor. Delikanlılar
iki sıra olmuşlar, cirit oynuyorlar. Böylesine bir ortamda sürüyor oyun. Onu
izliyor gözlerim. Ona atılan her cirit sanki yüreğime değiyor. Onu sıyırıp
geçen ciritlerden biri benim yakınlarıma düşüyor. Koşup ciridi alıp ona
veriyorum. Mutlu bir gülücük beliriyor yüzünde. “bana yardıma mı geldin?” diye
takılıyor. Sonra da “fazla yaklaşma, cirit değmesin” diye uyarıyor. O gün
kendisine hiçbir cirit değmeksizin oyun kapanıyor. Belki de vurmuyor oyuncular,
üstü örtülü koruyorlar.
Kırklı ellili yıllar, Anadolu’da toplumsal dokunun
bozulmadığı, halkın yüzde sekseninden çoğunun henüz köylerde yaşadığı,
yüzyıllardır süre gelen köy yaşam
biçiminin dolu dizgin yaşandığı yıllar…
Köylerde kahve bulunmazdı. Bu yüzden kış günleri
gençlerin toplanıp oyun oynayacakları yerler çok sınırlı sayıda yerlerdi.
Kimileyin soğuk damların bir kıyısına iskambil oynarlar, kimileyin bakkal
dükkanında oyun çevirirlerdi. Kağıt oyunu kumar olarak değerlendirildiği için
gençlerin oynamasına izin verilmezdi. Bu yüzden kış ayları yeniyetmeler için
bir işkenceye dönüşürdü Karın tepeleme yağdığı, kurtların açlıktan köyün içine
kadar sokuldukları, köylülerin köy evleri arasına sıkıştıkları bu dönemlerde
gençlerin en sıkıntılı günleri olurdu. 1940’lı yıllarda köydeki durumu anlatan
şu şiir yazmıştı:
Zurba zurba olmuş delikanlılar
Zemheri kurduna dönmüş gezerler
Bacadan görseler dört tane piliç
Aşağıya inip hemen ezerler
Bakkalda borçlar otuzu aştı
Bakkal takip etti, nereye kaçtı
Yusuf çuvalın ağzını açtı
Az doldur Abidin, aman sezerler
Asım’ın kimseye ettiği yoktur,
Fakat Havana’ya zararı çoktur
Yaptığı işlerin hepsi boktur
Vardığı yerden hemen bezerler.
İki dörtlüğü unutulmuş bu şiir, kış aylarındaki
Mamaş yaşamının bir aynası gibiydi. Dar alana iyice sıkışmış gençler, Sarı
Hüseyin’in bacasından aşağı bakıp dört piliç olduğunu görmüşler, aşağı inip
piliçleri kesip yemişlerdir. Özellikle bu aylarda gençlerin bakkala borç yazdırma
alışkanlıkları olurdu. Ana babalar ne kadar üsteleseler de bakkal gençlere
gizlice hesap açar, bir şeyler satardı. Sonra bu borçlar ya evden gizlice
yürütülecek buğday, arpa gibi zahireler ödenir, ya da güz sonunda bakkal kapıya
dayanır parayı isterdi. Bu şiirde (köylüler bu tür şiire türkü derlerdi) kışın
evden yürütülen buğday anlatılıyor. O’nun arkadaşlarından biri küçük çuvalın
ağzını açıyor, öbürü ise dolduruyor. Ama onun korku içinde yüreği titriyor. “Az
doldur Abidin aman sezerler”!
Sonra köyün ilk bürokratı, ilk devlet memuru. Ve
yıllar art arda geçiyor. Çok sevdiği on üç yaşındaki üstün zekalı oğlunun
kanser olduğunu öğreniyor. O anda belinin kütürdediğini duyduğunu söylüyor. Bir
yıllık hastalıktan sürecinden sonra oğlu yaşama veda ediyor ve kendisi bir daha
belini doğrultamıyor. Bundan sonra kendine yabancılaşma olayı başlıyor. Eskiden
başkalarında eleştirdiği ne kadar, kusur eksik varsa, kendisi yapmaya başlıyor.
O özgüvenli, otoriter adam yitiyor, yerini yılgın, bezgin sürekli kendisi ile
hesaplaşan bir adam alıyor. Ama çevresi de bu konumda boş durmuyor. Adeta
intikam alıyor ondan. Onu yıkılmış, çökmüş görme zevki ile kıvanıyor. Giderek
yalnızlaşıyor, tutunacak ne bir dostu, ne yakını kalıyor yanında ve bir sığınç
gibi kendini Kıbrıs’a atıyor.
Son görüşüm Kıbrıs’ta olmuştu. Girne yakınlarında
Kalaba köyünde bir dağ evinde iki köpeği ile bir başına yaşıyordu. Yalnızdı. Bu
yalnızlığıyla mutluydu. Kalaba tepelerinde Rumlardan kalan bir evde bu
sürgünlüğü gönüllü seçmişti. Kendini tümüyle anılarına vermişti. Eskiden
kesinlikle sözünün edilmesine bile izin vermediği çapkınlıklarının öyküsünü
anlatıp gülüyordu.
Atatürk devrimlerinin ve Atatürk’ün hayranıydı.
Onlarca kez baştan sona yoğurduğu Söylev’i başucundan ayırmıyor, yeniden,
yeniden okuyordu. Bana Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun hazırladığı
Söylev’in içeriğini sordu. “Asıl Söylev’in özeti” deyince “Biz ayrıntılısını
arıyoruz” diye gülerek karşılık verdi.
Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarını didik didik
okuyor, İsmet Paşa’yı saygı ile anıyordu. İsmet Paşa’nın teninin Anıt Kabir’e
gömülmesinde eşi Mevhibe Hanımın “Ben de yanına gömülmek istiyorum, oraya
gömmeyin” itirazlarına karşı, “Halk, o bizim tarihte geleceğimizi gördü” diye
diretip Anıt Kabre gömdü” diye takılıyor, 27 Mayıs öncesinde İsmet Paşa’nın
mecliste yaptığı son konuşmaya göndermede bulunuyordu. Yanımda bulunan Server
Tanilli’nin Uygarlık Tarihi’ni bir gecede okumuş, ertesi sabah “Bu kitap zayıf bir
kitap, ders notu gibi bir şey” diye eleştirmişti. Gerçekten de Tanilli’nin o
kitabı ders notlarından oluşuyordu ve eleştirilerinde haklıydı.
Anılarını yazmasını söylemiştim. Buruk bir iç
çekişle “Dünyada hiçbir şeyimin kalmasını istemiyorum” dedi. Sonra da ekledi
“Mezarım falan da olmasın… Bir çam ağacının dibine gömülmek istiyorum”
Ne var ki, anayurdunun özlemi içindeydi. Yalnızlık
günlerini şöyle anlatmıştı:
“Denizin sesi vuruyor. Evin üst katına çıkıyor,
uzakları seyre dalıyorum. Ta, uzaklardaki Torosların burçlarını görünce
ferahlıyorum. Bağrıma bağrıma vuruyor denizin dalgaları.”
O anda Sabahattin Ali’nin bir dörtlüğünü
anımsamıştım:
Dışarıda deli dalgalar
Gelip sahilleri
yalar,
Seni bu sesler
oyalar
Aldırma gönül
aldırma…
Ve gerçekten aldırmıyor, ya da
aldırmamış gözükmüyordu. Sendeleyip de yıkılmamaya çalışan bir insanın
görüntüsü veriyordu. Kıbrıs yerlileri ile aralarındaki kültür kimliği ayrımı
adadaki göçmenleri yalnızlığa itmişti. Dar alanda sıkışan bu insanların
ruhlarında bir tür vatandan kopmuşluk duygusu alevleniyordu. İç alemlerindeki
şuur gücü zayıflamış, bilinçaltının derinliklerine itilmiş küçüklükler, kinler,
garazlar, nefretler, küçük görmeler, ucuz suçlamalar ortaya çıkmıştı. Tümünün
içinde de doğrudan basitleşmek, iç alemini küçük ölçülere ve değersiz yargılara
kaptırmak kaçınılmaz olmuştu. Özellikle özünü denetleyecek bir ruh
sıkıdüzeninden uzak, bir iç alem kültüründen yoksun bu yalınkat insanlarda
bilinçaltı şeytanları kıpırdamaya başlamışlar, sağduyularını teslim almışlardı.
Bir yabancı ülkede yaşıyor gibiydiler.
Değer yargılarının bozulduğu,
paranın insan kimliğine egemen olduğu bir ortamda, onun için yaşam anlamını
yitirmişti. Bir yerlerde biraz para sahibi olunca sınıf atlama çabaları içinde
gülünçleşen insanların acınacak durumlarını, karikatürize ediyor, keskin
zekasının iğnesi ile çevresindeki görgüsüzlük ve cahilliklerle eğleniyordu.
Almanya’dan izne gelen bir yakınına hoş geldine gittiğinde Almancı’nın ilk
tümcesi “Benim arabam Ford” sözü olmuştu. Yine Almanya’da zengin olmuş biri
için “Ne olacak, Kızılay’da katı var” diye anılıyor diye tiye almıştı.
Kendisi ise disiplinsiz bir
zekanın kurbanı olmuş, tüm trenleri kaçırmıştı. Yanlış ortamda yanlış yaşam
yolu seçimleri içinde zekasını harcamıştı. İyi değerlendirse, topluma çok şey
verebilecek yaratıcı bir kimliği vardı. Bundan sonrası ise onun için yoktu.
Doğumu Fazilet kitabının kıyısına
eski yazı ile “Kurt Veli Mahdumu Ali Efendi dünyaya gelmiştir. 1927 kış yarısı”
diye belgelenmişti. 25 Haziran 1983’te yaşamdan ayrıldı. Söylediği biçimde,
adsız biçimde bir çam ağacı altına da gömülmedi. Çok sevdiği oğlunun yanına
Mamaş mezarlığına gömüldü. Ölümü tüm tanıyanları etkilemişti. Malatya’dan
Sivas’a uzanan alanda sayısız seveninin elleri üzerinde son yolculuğuna
uğurlandı. Gece sabaha değin ağıtlar yakıldı, türküler söylendi, köy inim inim
inledi.
Yağmur yağar yerleri
kurutur mu ola?
Emanet eylesem kara
toprağa,
Kara toprak seni çürütür
mü ola?
Sinek düşer, yaralarım
kurt olur...
Kara toprak, sarar
yüreğime dert olur...
Güneşe söyleyin erken
doğmasın!
Bugün yolcum var benzi
solmasın.
Allah bu ayrılığı
kimselere vermesin!
Selviye benzettim dallar
içinde.
Kumruya benzettim güller
içinde.
Acep bizim gibi var mı
ola, kullar içinde?
Kapısında kurbanları
yüzülür,
Odasında meclisleri
dizilir,
Babam, sen gidersen
düzenlerin bozulur.
Güver bostanım güver!
Öksüzlük boynum eger,
Öksüzlüğü aramam,
Her gelen beni döver.
Güvereni ekin sandım.
Ekin değil soğan imiş
Dediler kardeşin düğün
tutmuş
Düğün değil figân imiş.
Malatya’dan gelen bir seveni,
-Encümen diye anılan Hüseyin Yılmaz- ölüm törenine yetişememişti. Bir iki gün
sonra geldi. Mezarlığın karşısındaki arkadaşı Dakma’nın evinin önünde bir yer
sofrası kurup, sabaha değin büyük bir rakı şişesini hem içti, hem ağladı. Sabah
araba ile ayrılırken “Ali Efendi garip gitti dediler, bu ağıt ona yeter” diye
içini rahatlattı. Mamaş, o kışları binin, yazları iki binin üzerinde insanın
yaşadığı köklü bir kültüre sahip köy, bakımsız kerpiç duvarlı evler gibi eriyip
gidiyordu. Her ölü de bir ocak kapanıyor, bir ev siliniyordu. Dakma bu süreci
bir türküye dönüştürmüştü:
Bizim
köyün yamacına
Yağan
karlar kalktı mola
Kevenlerin
diplerinde
Göbelekler
çıktı mola
Kaşlığa iner
berciler
Koyun
kuzu ne hoş meler
Hayal
oldu eski günler
Yar
yolumu bekler mola
Hüseyin’im
kambur felek
Sana
kabul olmaz dilek
Omuzunda
kazma kürek
Bizim evi
yıktı mola?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder