Yayında Olan Eserlerim

4 Kasım 2017 Cumartesi

Kıbrıs'ta Sürgün

Büyük ailenin şımartılmış oğlu…
Telefondaki ses onun öldüğünü söylüyordu. Gözlerimde iki damla yaş belirdi. Ölen telefonmuş gibi, telefonun almacı elimden kayıp gidiverdi. Sanki o anı yaşıyormuşum gibi, belleğimdeki anıların külleri uçuverdi bir anda.
Ellili yılların başları olmalıydı. Ben, üç ya da dört yaşındayım. O yıllarda adam boyu kar yağardı Sivas ellerine. Köyün alt ucundaki karlarla kaplı alanda cirit oynanıyor. O, atın üzerinde en temiz giysileri içinde, bir Buda heykeli gibi kendimden emin, öylece duruyor. Delikanlılar iki sıra olmuşlar, cirit oynuyorlar. Böylesine bir ortamda sürüyor oyun. Onu izliyor gözlerim. Ona atılan her cirit sanki yüreğime değiyor. Onu sıyırıp geçen ciritlerden biri benim yakınlarıma düşüyor. Koşup ciridi alıp ona veriyorum. Mutlu bir gülücük beliriyor yüzünde. “bana yardıma mı geldin?” diye takılıyor. Sonra da “fazla yaklaşma, cirit değmesin” diye uyarıyor. O gün kendisine hiçbir cirit değmeksizin oyun kapanıyor. Belki de vurmuyor oyuncular, üstü örtülü koruyorlar.
Kırklı ellili yıllar, Anadolu’da toplumsal dokunun bozulmadığı, halkın yüzde sekseninden çoğunun henüz köylerde yaşadığı, yüzyıllardır süre gelen  köy yaşam biçiminin dolu dizgin yaşandığı yıllar…
Köylerde kahve bulunmazdı. Bu yüzden kış günleri gençlerin toplanıp oyun oynayacakları yerler çok sınırlı sayıda yerlerdi. Kimileyin soğuk damların bir kıyısına iskambil oynarlar, kimileyin bakkal dükkanında oyun çevirirlerdi. Kağıt oyunu kumar olarak değerlendirildiği için gençlerin oynamasına izin verilmezdi. Bu yüzden kış ayları yeniyetmeler için bir işkenceye dönüşürdü Karın tepeleme yağdığı, kurtların açlıktan köyün içine kadar sokuldukları, köylülerin köy evleri arasına sıkıştıkları bu dönemlerde gençlerin en sıkıntılı günleri olurdu. 1940’lı yıllarda köydeki durumu anlatan şu şiir yazmıştı:
Zurba zurba olmuş delikanlılar
Zemheri kurduna dönmüş gezerler
Bacadan görseler dört tane piliç
Aşağıya inip hemen ezerler

Bakkalda borçlar otuzu aştı
Bakkal takip etti, nereye kaçtı
Yusuf çuvalın ağzını açtı
Az doldur Abidin, aman sezerler

Asım’ın kimseye ettiği yoktur,
Fakat Havana’ya zararı çoktur
Yaptığı işlerin hepsi boktur
Vardığı yerden hemen bezerler.

İki dörtlüğü unutulmuş bu şiir, kış aylarındaki Mamaş yaşamının bir aynası gibiydi. Dar alana iyice sıkışmış gençler, Sarı Hüseyin’in bacasından aşağı bakıp dört piliç olduğunu görmüşler, aşağı inip piliçleri kesip yemişlerdir. Özellikle bu aylarda gençlerin bakkala borç yazdırma alışkanlıkları olurdu. Ana babalar ne kadar üsteleseler de bakkal gençlere gizlice hesap açar, bir şeyler satardı. Sonra bu borçlar ya evden gizlice yürütülecek buğday, arpa gibi zahireler ödenir, ya da güz sonunda bakkal kapıya dayanır parayı isterdi. Bu şiirde (köylüler bu tür şiire türkü derlerdi) kışın evden yürütülen buğday anlatılıyor. O’nun arkadaşlarından biri küçük çuvalın ağzını açıyor, öbürü ise dolduruyor. Ama onun korku içinde yüreği titriyor. “Az doldur Abidin aman sezerler”!
Sonra köyün ilk bürokratı, ilk devlet memuru. Ve yıllar art arda geçiyor. Çok sevdiği on üç yaşındaki üstün zekalı oğlunun kanser olduğunu öğreniyor. O anda belinin kütürdediğini duyduğunu söylüyor. Bir yıllık hastalıktan sürecinden sonra oğlu yaşama veda ediyor ve kendisi bir daha belini doğrultamıyor. Bundan sonra kendine yabancılaşma olayı başlıyor. Eskiden başkalarında eleştirdiği ne kadar, kusur eksik varsa, kendisi yapmaya başlıyor. O özgüvenli, otoriter adam yitiyor, yerini yılgın, bezgin sürekli kendisi ile hesaplaşan bir adam alıyor. Ama çevresi de bu konumda boş durmuyor. Adeta intikam alıyor ondan. Onu yıkılmış, çökmüş görme zevki ile kıvanıyor. Giderek yalnızlaşıyor, tutunacak ne bir dostu, ne yakını kalıyor yanında ve bir sığınç gibi kendini Kıbrıs’a atıyor.
Son görüşüm Kıbrıs’ta olmuştu. Girne yakınlarında Kalaba köyünde bir dağ evinde iki köpeği ile bir başına yaşıyordu. Yalnızdı. Bu yalnızlığıyla mutluydu. Kalaba tepelerinde Rumlardan kalan bir evde bu sürgünlüğü gönüllü seçmişti. Kendini tümüyle anılarına vermişti. Eskiden kesinlikle sözünün edilmesine bile izin vermediği çapkınlıklarının öyküsünü anlatıp gülüyordu.
Atatürk devrimlerinin ve Atatürk’ün hayranıydı. Onlarca kez baştan sona yoğurduğu Söylev’i başucundan ayırmıyor, yeniden, yeniden okuyordu. Bana Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun hazırladığı Söylev’in içeriğini sordu. “Asıl Söylev’in özeti” deyince “Biz ayrıntılısını arıyoruz” diye gülerek karşılık verdi.
Şevket Süreyya Aydemir’in kitaplarını didik didik okuyor, İsmet Paşa’yı saygı ile anıyordu. İsmet Paşa’nın teninin Anıt Kabir’e gömülmesinde eşi Mevhibe Hanımın “Ben de yanına gömülmek istiyorum, oraya gömmeyin” itirazlarına karşı, “Halk, o bizim tarihte geleceğimizi gördü” diye diretip Anıt Kabre gömdü” diye takılıyor, 27 Mayıs öncesinde İsmet Paşa’nın mecliste yaptığı son konuşmaya göndermede bulunuyordu. Yanımda bulunan Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi’ni bir gecede okumuş, ertesi sabah “Bu kitap zayıf bir kitap, ders notu gibi bir şey” diye eleştirmişti. Gerçekten de Tanilli’nin o kitabı ders notlarından oluşuyordu ve eleştirilerinde haklıydı.
Anılarını yazmasını söylemiştim. Buruk bir iç çekişle “Dünyada hiçbir şeyimin kalmasını istemiyorum” dedi. Sonra da ekledi “Mezarım falan da olmasın… Bir çam ağacının dibine gömülmek istiyorum”
Ne var ki, anayurdunun özlemi içindeydi. Yalnızlık günlerini şöyle anlatmıştı:
“Denizin sesi vuruyor. Evin üst katına çıkıyor, uzakları seyre dalıyorum. Ta, uzaklardaki Torosların burçlarını görünce ferahlıyorum. Bağrıma bağrıma vuruyor denizin dalgaları.”
O anda Sabahattin Ali’nin bir dörtlüğünü anımsamıştım:
                                 Dışarıda deli dalgalar
                                 Gelip sahilleri yalar,
                                 Seni bu sesler oyalar
                                 Aldırma gönül aldırma…
Ve gerçekten aldırmıyor, ya da aldırmamış gözükmüyordu. Sendeleyip de yıkılmamaya çalışan bir insanın görüntüsü veriyordu. Kıbrıs yerlileri ile aralarındaki kültür kimliği ayrımı adadaki göçmenleri yalnızlığa itmişti. Dar alanda sıkışan bu insanların ruhlarında bir tür vatandan kopmuşluk duygusu alevleniyordu. İç alemlerindeki şuur gücü zayıflamış, bilinçaltının derinliklerine itilmiş küçüklükler, kinler, garazlar, nefretler, küçük görmeler, ucuz suçlamalar ortaya çıkmıştı. Tümünün içinde de doğrudan basitleşmek, iç alemini küçük ölçülere ve değersiz yargılara kaptırmak kaçınılmaz olmuştu. Özellikle özünü denetleyecek bir ruh sıkıdüzeninden uzak, bir iç alem kültüründen yoksun bu yalınkat insanlarda bilinçaltı şeytanları kıpırdamaya başlamışlar, sağduyularını teslim almışlardı. Bir yabancı ülkede yaşıyor gibiydiler.
Değer yargılarının bozulduğu, paranın insan kimliğine egemen olduğu bir ortamda, onun için yaşam anlamını yitirmişti. Bir yerlerde biraz para sahibi olunca sınıf atlama çabaları içinde gülünçleşen insanların acınacak durumlarını, karikatürize ediyor, keskin zekasının iğnesi ile çevresindeki görgüsüzlük ve cahilliklerle eğleniyordu. Almanya’dan izne gelen bir yakınına hoş geldine gittiğinde Almancı’nın ilk tümcesi “Benim arabam Ford” sözü olmuştu. Yine Almanya’da zengin olmuş biri için “Ne olacak, Kızılay’da katı var” diye anılıyor diye tiye almıştı.
Kendisi ise disiplinsiz bir zekanın kurbanı olmuş, tüm trenleri kaçırmıştı. Yanlış ortamda yanlış yaşam yolu seçimleri içinde zekasını harcamıştı. İyi değerlendirse, topluma çok şey verebilecek yaratıcı bir kimliği vardı. Bundan sonrası ise onun için yoktu.
Doğumu Fazilet kitabının kıyısına eski yazı ile “Kurt Veli Mahdumu Ali Efendi dünyaya gelmiştir. 1927 kış yarısı” diye belgelenmişti. 25 Haziran 1983’te yaşamdan ayrıldı. Söylediği biçimde, adsız biçimde bir çam ağacı altına da gömülmedi. Çok sevdiği oğlunun yanına Mamaş mezarlığına gömüldü. Ölümü tüm tanıyanları etkilemişti. Malatya’dan Sivas’a uzanan alanda sayısız seveninin elleri üzerinde son yolculuğuna uğurlandı. Gece sabaha değin ağıtlar yakıldı, türküler söylendi, köy inim inim inledi.

Yağmur yağar yerleri kurutur mu ola?
Emanet eylesem kara toprağa,
Kara toprak seni çürütür mü ola?

Sinek düşer, yaralarım kurt olur...
Kara toprak, sarar yüreğime dert olur...

Güneşe söyleyin erken doğmasın!
Bugün yolcum var benzi solmasın.
Allah bu ayrılığı kimselere vermesin!

Selviye benzettim dallar içinde.
Kumruya benzettim güller içinde.
Acep bizim gibi var mı ola, kullar içinde?

Kapısında kurbanları yüzülür,
Odasında meclisleri dizilir,
Babam, sen gidersen düzenlerin bozulur.

Güver bostanım güver!
Öksüzlük boynum eger,
Öksüzlüğü aramam,
Her gelen beni döver.

Güvereni ekin sandım.
Ekin değil soğan imiş
Dediler kardeşin düğün tutmuş
Düğün değil figân imiş.

Malatya’dan gelen bir seveni, -Encümen diye anılan Hüseyin Yılmaz- ölüm törenine yetişememişti. Bir iki gün sonra geldi. Mezarlığın karşısındaki arkadaşı Dakma’nın evinin önünde bir yer sofrası kurup, sabaha değin büyük bir rakı şişesini hem içti, hem ağladı. Sabah araba ile ayrılırken “Ali Efendi garip gitti dediler, bu ağıt ona yeter” diye içini rahatlattı. Mamaş, o kışları binin, yazları iki binin üzerinde insanın yaşadığı köklü bir kültüre sahip köy, bakımsız kerpiç duvarlı evler gibi eriyip gidiyordu. Her ölü de bir ocak kapanıyor, bir ev siliniyordu. Dakma bu süreci bir türküye dönüştürmüştü:
Bizim köyün yamacına
Yağan karlar kalktı mola
Kevenlerin diplerinde
Göbelekler çıktı mola

Kaşlığa iner berciler
Koyun kuzu ne hoş meler
Hayal oldu eski günler
Yar yolumu bekler mola

Hüseyin’im kambur felek
Sana kabul olmaz dilek
Omuzunda kazma kürek
Bizim evi yıktı mola?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder