Yayında Olan Eserlerim

4 Kasım 2017 Cumartesi

Mamaş Yaşamından Kesitler




Mamaş akşamlar cümbüşlü olur. Bu boş zaman dilimi, yaz olsun kış olsun, insanların dinlenirken eğlenme, eğlenirken yoğun bir kültürün ayrıntılarını öğrenme sürecidir. Özellikle yaz akşamları ayrı bir görüntü sunar. Okulların yaz dinlencesine girmesi ile köy, dışarıda okuyan 16-20 yaşları arasındaki gençlerle dolar. Bunlara köyde yaşayan, ama kent özlemi ile yüreği tutuşan gençlerin de katılımı ile bir gençlik topluluğu oluşur. Kara Yusuf’un oğlu Hasan Bayram, Cinli Felek lakabı ile anılan Cuma Kara, Cecöğün oğlu Hüseyin, Berduş İbrahim ve daha niceleri. Dışarıdan gelenler içinde üç kişi gençlerin eksenini oluşturur. Bunlar Ali Efendigilin Ali, Çil Abbas lakaplı –sonradan iyi bir çocuk edebiyatı yazarı olacak Abbas Cılga ve Ziya Sönmez’dir. Bunlardan birinin köye gelmesi ile cümbüş başlar. Özellikle Ali Efendigilin Ali’nin gelmesi ile topluluğun buluşacağı , oturup söyleşler gerçekleştireceği uzam belirlenmiş olur. Ali Efendiğil’in aşağı oda. Gençler, iş bitiminden sonra, ikindiye doğru birer ikişer Bekar Palas adını verdikleri bu odaya dökülmeye başlarlar.
Bekar Palas’ın ayrı bir söyleşi ortamı vardı. Bura, yaşlıların genellikle dinsel içerikli söyleşi ortamından uzak canlı, yaşam ve yeni bilgi dolu söyleşi pınarıydı. Okullu gençler okulda öğrendikleri yeni bilgileri aktarırlar, kışı Adana, Tarsus gibi güney illerinde geçirenler gurbet anılarını anlatırlardı. Ve doyulmaz güzellikte türküler okunurdu, klarnet, keman, saz gibi çalgıların eşliğinde. Hasan Bayram, Cinli Felek Cuma, Ali Efendigil’in Ali bağlama, keman gibi çalgılarda ustaydılar. Sonraları çocuk edebiyatı yazarı olacak Abbas şiir okurdu. Ay ışıklı akşamlarda dışarı çıkılır ayaydınlığının esenliği altında bozkır mutluğu yaşanırdı. Böyle akşamlardan birinde Abbas Cılga bir şiir okuyordu:
Ay aydınlığından yemek yiyorum
Bir de baktım ki,
Yemek yemiyorum; ayı yiyorum
Cılga, kar içinde ayak izleri ile açılan dar, ince yol anlamına gelir. Babası, bu soyadını alırken, sanki çocukların gelecekteki yaşam yolunu belirlemişlerdi. Anlamsız bir köy kavgası sonrasında olayla hiç ilgisi olmayan baba ölmüş, bir iki yıl sonra da anne ölmüştü. Abbas, kendinden iki üç yaş küçük kardeşi Nizamettin ile birlikte öksüz ve yetim büyümüştü. Acı mı acı bir yaşam öyküsü vardı. Ellili yılların ortalarında Bekar Palas’a takılanların en yaşlısı idi. Pamukpınar Öğretmen okulunda öğrenciydi. Hep yüksek okullarda okuyamamanın ezikliğini ve üzüntüsünü duyardı. Öksüzlük acısı, yüreğinde derin bir iz bırakmıştı. Arada bir yaşanan içkili akşamlarda ağlamadığı görülmezdi. Bir gün yine içtikten sonra “Kafa büyük, okul küçük” diye ağlamaya başlamıştı. Cılga’yı teselli etmek arkadaşları için bir görev olurdu.
Bu acılar da yetmezmiş gibi öğretmen okulunun son sınıfındayken teyzesinin kızına aşık oldu. Ama aile, türlü acılar içinde direnme savaşı veren Abbas’ın -sanki kendi seçimiymiş gibi- kötü koşullarda büyümesini gerekçe gösterip kızla evlenmesine izin vermiyordu. Abbas Cılga’nın yaşamında yeni bir bunalım başlamıştı. Yaşayamadığı çocuksu saflığını genç yaşlarda olduğu gibi koruyor, anlatılan en olmaz öykülere inanıyordu. Çocuk öyküleri onun düşlediği yaşamın öyküleriydi. Söylenen her şeye şaşardı. İleri yaşlarda ünlü bir çocuk kitapları yazarı oldu. En güzel kitabına da “Şaşar Ali” adını verdi. Gerçekte Şaşar Ali kendisiydi.
Bekar Palas’ın ilginç konuklarından biri Berduş lakaplı İbrahim’di. “Ad bir boncuktur, lakap gökten inmiş” sözü ile bire bir örtüşür biçimde tam bir berduştu. Dünyayı umursamaz, nerde sabah orada akşam gezer, işe güce bakmazdı. Kalabalık bir ailesi, bir dizi kardeşi vardı. Kardeşleri onun bu yaratışını bildikleri için, evin işlerini onlar görür, Berduş da günlük yaşantısını sürdürürdü. Ali Rıza ile pek bir dosttu. Ali Rıza köye geldi mi, Berduş’un mutluğuna doyum olmazdı. Ali Rıza ile Ahmet Ede’nin bahçesinden birkaç salatalık koparıp çimenler üzerine oturur sohbet ederlerdi. Bu söyleşilerde genelde konular Berduş’un bire bin katarak Tarsus maceralarını anlatır, Ali Rıza ağzı açık bu anıları dinlerdi. Çoğu düş gücü olan bu anıları anlatırken ağzından bal damlardı Berduş’un. Çapkınlıklar, işçilik yaşantısı, işsizlik, kahvelerde oyunlar, kahve söyleşileri ile bütün bir kışı tablo tablo yansıtırdı.
Bekar Palasın konukları bir yaz gününde daha etkin bir eylem koymak istediler. Haydar Kahyanın oğlu Aşık, Hatın Ali, Lort Hasan, Kara Yusuf’un oğlu Hasan, Cecöğ’ün oğlu Hüseyin, Cinli Felek lakaplı Cuma Kara gibi aynı kuşaktan başka gençlerin de katılımı ile Çermiğe gidilecek, köye 25-30 km uzaktaki Yılanlı Çermik’te bir-iki gün geçirilecek, bir tür gençlik macerası yaşanacaktı. Oldukça geniş katılımlı bu yolculuk için, ne edilip edildi harçlıklar bulundu, gençlerin bu mutluluk özlemlerine aileler, olanak sağladı. 25-30 kmlik yolculuk üç evre oluşturuyordu. Birincisi Kangal’a değin, ikincisi, Oraya 10 km uzaktaki Kangal İstasyonuna uzanan yol, üçüncüsü ve en uzunu, Armağan diye anılan Kangal İstasyonundan Yılanlı Çermiğe uzanan yoldu. Birinci ve ikinci mesafeleri aşan gençler Kangal istasyonunda bir araba tutup şöyle anlı şanlıca Çermik sefasını sürmek istediler. Kangal İstasyonunda bekleyen bir külüstür aracın sürücüsü ile pazarlığa giriştiler. Sürürcü böylesine toy gençlerden biraz fazla para sızdırmak istiyor, yüksek para istiyordu. Bunlar aralarında okumuş yazmış gençler de bulunan Mamaşlı gençler, adamın niyetini anında anlamışlardı. Adama kanundan nizamdan söz etmeye başladılar:
Demokrat Parti halkı bu tür soygunlardan korumak amacıyla Milli Korunma Kanunu adı altında bir yasa çıkarmıştı. Çok bağlayıcı başlıkları bulunan bu yasa uyarınca bir malı değerinin üzerindeki fiata satan, ya da bu tür kazıklamalara girişenler anında tutuklanıyorlardı. Gençler, Kangal İstasyonunda devletin karakolun bulunmadığı, sürücülerin üç beş kuruş para bekledikleri bir ortamda sürücüye kanunu anımsatıp gözdağı vermeye başladılar. Akıllarınca fiat indireceklerdi. “Götürürsün- götürmem tartışması giderek küfürleşmeye dönüştü, küfürleşme yumruklaşmaya. Birden Kangal İstasyonunda ne kadar sürücü varsa Mamaşlı bu toy gençlerin üzerine üşüştü. Eline bir sopa, demir çubuk alan istasyonda bilip bilmeyen herkes kavgaya girmişti. Ortam tam bir ana baba gününe dönüşmüştü. Ali Efendigil’in Ali o yıllarda boks dersleri alıyor, dövüş teknikleri öğreniyordu. Bilgisiz kör dövüşçü sürücüler sopalarla holayıp gelirken kıvrak bir hareketle sopayı savuşturuyor, her üzerine geleni bir yumrukta deviriyordu.
Bütün gençler, Ali Beyin bu dövüşüne hayran kalmışlardı. Oysa onlar, okumuş adamın en küçük dövüşe giremeyip kaçacağını sanıyorlardı. İlk kez dövüşün de bir bilgi, beceri işi olduğunu kaba gücün işe yaramadığı bilincine vardılar.
Kavga dağıldı, biraz hırpalanan Mamaşlı gençler Yılanlı Çermiğe doğru, yol boyu durum değerlendirerek yolculuklarını sürdürdüler. Herkes bir yorum getiriyordu. Şöyle yapsak daha iyi olurdu, böylesi daha iyiydi. Ben onları tanıyorum. Bunlar Karanlıklı falancaların çocukları. Biz onlardan öcümüzü almasını biliriz. Vay bilmem ne çocuğu, babası bizim evde konuk olmuştu.
Bitip tükenmeyen bir hırs içinde Yılanlı Çermiğe ulaşıldı. Aynı zaman diliminde Mamaş’a Çermiğe giden gençleri, Karanlıklıların Kangal İstasyonunda dövdüğü haberi ulaştı. Mamaş bir anda kara yasa battı. Kimleri dövmüşlerdi? Yaralı var mıydı? Herkes önce kendi çocuğunun sağlığını öğreniyor, sonra genel durumu soruyordu. Büyütülecek pek önemli bir durum yoktu. Bizim çocukları biraz hırpalamışlardı, o kadar.
Ancak, işin bir de fakatı vardı… Kimmiş Mamaşlılara el kaldıran! Mamaş, Mamaşlılara el kaldıranın elini kırardı. Şimdi bunun hesaplaşması başladı: Biz sorarız o karanlıklılardan…
Gençler bir geceyi çermikte geçirip dönüş yoluna girdiler. Ama yeniden aynı yolu izlemeyecekler, dağ yollarından kestirmeden köye ulaşacaklardı. Yürümekle bitmeyen yol yolak belirsiz dağ yollarından 25 kmlik uzaklığı kat etmek üzere Mamaş’a doğru yola çıktılar. Yol üzerinde ne bir konaklama yeri, ne de yemek yiyecek bir aşevi vardı. Gençler, uzak aralıklarla bulunan dağ gözelerine kapanarak su içiyorlar, biraz soluklanıp ayaküstü birkaç söz edip yola koyuluyorlardı. Bitip tükenmeyen bu yolun sonlarına gelindiğinde ayaktan düşecek duruma gelmişlerdi. Yolculuğu kolaylaştıracak görüşler üretmeye başladılar. Gençlerden biri:
“Bir kamyon olsa da bizi köye götürse” dedi.
Bir ikincisi
“Bir tren olsa tümümüz bir vagonu doluşur, türküler söyleyip oynayarak giderdik. Ne güzel ulurdu değil mi?”
Bir üçüncüsü
“Şöyle bir teleferik olsa, üç beş dakika sürmez köyde olurduk”
Aralarında bulunan Lord Hasan lakaplı Hasan Çakmak:
“Ah bir canım kara eşek olsa da binip gitseydik” deyince tümü kendilerine gelip gülmeye başladılar.
Bir süre sonra Karanlık köyü ile Mamaş arasında düğün vardı. Mamaşlı bir kız Karanlık’a gelin gidecekti ve bunun için Karanlık’tan düğüncüler gelecekti. Kangal istasyonundaki kavgayı yaşayan gençler Karanlık’a haber ilettiler. Şu, şu, şu kişiler Mamaş’a gelmeyecek. Gelirlerse kötü olacak. Gelmemesi istenen gençlerden biri de güveyinin kardeşi idi. Ve söylenen kişilerin tümü Mamaş’a kız almaya giremediler.
Mamaş delikanlıları yine bir delikanlılık yapmışlar, konuk geldikten sonra konuğu dövme gibi bir ilkelliğe düşmemiş, açıkça gelmemelerini söylemişlerdi.

Köyün Unutulmaz Öğretmeni Musa Üstündağ
1950’li yılların ortalarında Sivas’a Kadri Erogan vali atanmıştı. Kadri Erogan, Demokrat Partinin ünlü, atılgan valilerinden biriydi. Köylere okul yaptırma seferberliğine girişti. Taş, kum, çakıl gibi malzemeler köylülerle karşılanıyor, devlet de okulu yapıyordu. Böylece okul bulunmayan ellinin üzerinde köye okul yapılması başarılmıştı. Mamaş da bunlar arasındaydı. 1956 yılında okul açıldığında köy odalarında az çok okuma yazma bile yaşı 15-17’ye varan bir dizi genç çocuk vardı.
Köye öğretmen atanacağı zaman il milli eğitim müdürü muhtara bir müjde vermişti: Köyünüze sizin gibi bir Alevi öğretmen atıyoruz. Köyde bu haber büyük sevinç yarattı. Henüz dışa kapalı köyün girdisini çıktısını yabancı birinin bilmesini istenmezdi. Alevilik henüz dışa kapalı dönemini yaşıyordu. Ser verip sır vermeme ilkesi ile ayaktaydı.
Aynı zaman diliminde Akçadağ Öğretmen okulunu bitirmiş genç bir öğretmenin atanması Sivas’a çıkmıştı. Öğretmen Malatya’nın Arguvan ilçesinin Kızık köyündendi. Şah İbrahim ocağına bağlı bir Türkmen köyü olan Kızık’a Mamaş’tan Kurt Veli Dede, Turan Dede gidiyor cemler yapıyorlardı. Bu yüzden öğretmen adını sanını çok iyi bildiği Mamaş köyüne atanmasını istedi. Ne var ki, İl Milli Eğitim müdürü “Oğlum, öyle bir köy yok ki, seni oraya atayalım” diye yanıt verdi. ”Seni iyi bir köye, Soğukpınar’a atadık. Soğukpınar köyü güzel, sazlı sözlü bir köy” diye güvence verdi. Pazartesi günü topluca gidip okulu açacaklarını söyledi.
Öğretmen üzgün biçimde geceleyeceği otele gitti. Otelden kalanlara Soğukpınar köyünü bilip bilmediklerini sordu. Biri “Oranın eski adı Mamaş, adı değişti, Soğukpınar oldu” deyince üzüntüsü sevince dönüştü.
Pazartesi günü, Vali Kadri Erogan başkanlığında, İl Eğitim müdürü,  il ileri gelenlerinden oluşan bir kurul okul açılması için yola çıktı.  Kurul Deliktaşı aşıp Mamaş karayolu ayrımına geldiğinde Köylüler kendilerini karşılamak üzere bekliyordu.
Öğretmen, Malatya’nın Arguvan ilçesine bağlı Kızık köyündendi. İlk görev yeri Mamaş köyü idi. Orta boylu, küçük cüsseli, sevimli mi sevimli güzel bir insandı. Yüzünden ciddiyetli gülücük eksik olmayan sıcakkanlı bir kişiliği vardı. Henüz evlenmemişti. Mamaş’ın ilk göz ağrısı olacağını ne o biliyordu, ne de köylü.
Henüz kentleşmenin geleneksel kültürü ezmediği, Aleviliğin ve köylülüğün doludizgin yaşandığı yıllardı. Yüz evli köyde radyo sayısı üçü-beşi geçmiyor, onlar da pahalı pil ve batarya ile çalıştığı için çok kez kullanılamıyordu. Karın tepeleme yağdığı, köyün dış dünya ile bağlantısı kesildiği üç dört aylık kış döneminde tek eğlence köy odalarında yapılan söyleşilerdi. Her kuşağın kendini bulduğu evler, odalar vardı. Her gün yaklaşık belli zaman dilimlerinde buralarda buluşulur, iskambiller oynanır, sohbetler kaynatılırdı. Belli başlı birkaç toplanma yeri vardı. Yukarı mahallede Ahmet Ede’nin, aşağı mahallede Lömen’in, (köyde Numan adı Lömen diye söylenirdi) karşı mahallede Abdullah’ın odası sohbetin koyulaştığı, oyunların yoğunlaştığı ünlü dostluk ortamlarıydı. Her sohbet odasının ayrı bir gizemli havası olurdu. Katılanların ruhu sinerdi bu odalara. Bilgiye hasret Alevi köylüler bu odalarda, yaşlı bilgelerden sözlü bilgi edinirler, anılar, masallar, öyküler,  dinlerler; öğütler, uyarılar alırlardı.
Ahmet Ede’nin odası en yoğun bilgilerin paylaşıldığı odaydı. Musa Hoca daha çok yukarı mahalledeki Ahmet Ede’nin odasına gelirdi. Odanın bir kıyısında kadınlar, genç kızlar sessizce kilim dokurlar, büyüklerin söyleşilerine, kimileyin biraz açık saçık şakalarına kulak misafiri olurlar, gülücüklerini zaptederek dinlerlerdi.
Arada bir türkü akşamları olurdu. Bu akşamlarda bulunanlar sırası ile türküler söylerdi. Bu akşamlarda türküden kaçınmak olmazdı. Musa Hoca da türkü söylerdi türkü akşamlarında. Musa Hoca en iyi Ezo Gelin türküsünü söylerdi. Hoca’nın bu türküsü ünlenmişti. Bu nedenle kimi akşamlar hocadan bu türküyü söylemesi istenirdi.
Karın yolları kesip dış dünya ile bağlantının koptuğu günlerde seyrek olarak köye birileri gelirdi. Bu da çok kez uğrusuz olaylar nedeniyle olurdu. 1958 yılının o amansız kışında köy yine böyle uğursuz bir haberle sarsıldı. Kış işçiliği için Tarsus’a giden Dağadamı Hüseyin’in oğlu Kara Hüseyin, kamyondan düşerek ölmüştü. Daha yirmi yaşında var yoktu, yeni evlenmişti. Karısını bırakıp üç-beş kuruş kazanmak için gurbete gitmiş ölüm haberi gelmişti. Ölümü de bir garipti. Anlatıldığına göre, bir kamyon üzerinde yük götürürken şapkasını yel uçurmuş, şapkasını yakalamak isterken kamyondan düşüp ölmüştü. Kamyondan atıldığı dedikodusu da söyleniyordu. Olayın ardına düşecek gücü de yoktu Dağadamı Hüseyin’in. Yüreği yandı bitti ailenin. Ankara’da çalışan akrabalarından Murtaza, başsağlığına geldi.
Musa Hocanın da katıldığı bir kış akşamında rakılar açıldı, söyleşi başladı. İlerleyen zamanda Dağ adamı Hüseyin için yanarak, Musa Hoca’dan Ezo Gelin türküsünü söylemesini diledi. Hoca, o muhteşem sesi ile türküyü söylemeye başladı. “Ezo Gelin çık Suriye dağlarına bizim ile el eyle” dizenin söylendiği anda, Dağ adamı Hüseyin, ortamı bozmamak için bastırdığı sabrını tutamaz oldu İçi yanarak türkünün sözlerine katıldı : “Hüseyin’im çık Mersin dağlarına bizim ile el eyle” Kadınlar bir kıyıda sessizce ağlıyorlardı. Erkekler de artık göz yaşlarını tutamaz olmuşlardı.
Bu tür etkinlikler ertesi sabah bütün köyde bütün ayrıntısı ile anlatılırdı: “Musa Öğretmen Ezo Gelin Türküsünü söylemiş herkes ağlamış”. O ortamda bulunamayanlar hayıflanırlar, bize neden haber etmediniz diye sitemde bulunurlardı.
Üç yıllık bu görev süresinde örnek bir öğretmen kimliği sergiledi. Köyde olan iç çekişmelere zerrece katılmadı. Uyum içinde ilişkilerini sürdürdü. Ayrılışı köylü için hüzünlü oldu.
Tek odada, tek öğretmenin eğitiminde beş sınıfın altmış kişiyi aşkın öğrencisi ders görüyordu. İlk öğretmenlik deneyimi olmasına karşın, kendi yaşına yakın öğrencileri denetimde tutmayı, başarıyor, en küçük bilgi boşluğu vermiyordu.
Üç yıl sonra kendi köyünden bir gelinle döndü. Ardından da kendi köyüne yakın bir köye atanmasını istedi.
Mamaş’ta adeta bir hasret yumağı oluştu. Herkes birbirine eski hocadan haber soruyordu. Hocadan da aralıklarla mektup geliyordu. Herkes hocanın gittiği köyde mutlu, rahat olmasını istiyordu ki hocadan gelen bir mektup köyü alev gibi sardı. Hoca mektubuna bir şiir eklemişti ve şiiri şöyle başlıyordu:
              Gökyüzünde bölük bölük turnalar
              Sizden ayrıldım da aldı dert beni
              Alladım, pulladım verdim tellala
              Satılmadı geldi, buldu dert beni
Öğretmen Musa Üstündağ’ın gittiği köyde mutsuzluğuna verildi bu deyişin sözleri. Yeniden dönmesi haberi iletildi.
Ama bir daha dönmedi, dönemedi. Ancak arada sırada haber alınıyor, hangi köyde olduğu öğreniliyordu. Bir mektubunda bütün köye selam söylemişti. Bu haberi köy halkına cemde duyurunca o sırada köyde bulunan yeni öğretmen –o da Alevi olduğu için ceme girebiliyordu- kıskançlık göstermiş, “istiyorsanız ben gideyim, o gelsin” diye söylenmişti. Bu anlamsız kıskançlık köyün tepkisine neden olmuştu.
İlk Öğretmen Musa Üstündağ adı yıllar içinde bir söylencesel anlam kazandı. Onunla görüşenler rastlayanlar haberler getiriyorlardı. Bu arada ilginç bir ziyaret anlatıldı: Köyün sıradışı kişilerinden Ginili Haydar, atının terkisine karısı Kibre Ana’yı alıp Sivas’tan Malatya’ya atla gitmiş, Musa hocayı görev yaptığı köyde ziyaret etmişti. Yalan mıydı, gerçek miydi bu haber, kestirmek zordu. Ama Haydar Dayı yeminle anlatıyor, Musa öğretmenden haberler veriyordu. Haydar Dayı, öğretmen’in kendisini nasıl ağırladığını da anlatıyor, köylüyü hayretler içinde bırakıyordu. Öğretmenin evinde bir de banyo yapmıştı.
Köylünün bir bölümü, Haydar Dayının bu ölçüsüzlüğüne kızıyor, bir bölümü gülüyordu. Bu Haydar dayı idi yapar yapardı.

Tekne Kazıntısı
Ahmet Ede’nin yukarı mahalledeki kerpiç odası insan sıcağının duvarlara sindiği bir dostluk ocağını andırırdı. Ahmet Ede Neslihan Ana’nın yedi oğlunun sonuncusu olarak dünyaya gelmişti. Ana-babanın ileri yaşlarda doğan böyle çocuklarına “tekne kazıntısı” derlerdi. Deyim, ekmek yaparken son ekmeği yapmak için teknenin kıyısında köşesinde kalan hamur parçacıklarını toplayıp yapılan ekmeğe benzetmeydi. İleride Ahmet Ede adı ile anılacak Ahmet Saçlı da böyle bir tekne kazıntısıydı. Ama Neslihan ana için öncesi çok acı doluydu. Öncesinde doğan yedi oğlunu Yemen, Balkan, Seferberlikte yitirmişti. Bu son umut onun soyunu sürdürecek Ahmet’te kalmıştı. Ahmet’i delikanlılık çağına değin arkasından yemek düremeç gezdirerek büyüttü. “Ehmedim, Ehmedim” diye ardı sıra geziyor, öğle yemeğini yemedi ikindide bir şey yemedi diye kendini paralıyordu. Derken 1938 yılında tek oğlunu da askere aldılar. Neslihan Ana için bir türlü zaman geçmiyor, onun da askerde öleceğine inanıyordu. Onun için askere gitmek ölüme gitmek demekti. Bellekte uzadıkça uzayan iki yıllık zaman dilimi bitip sonunda Ahmet, köye dönünce Neslihan Ananın sevincine diyecek yoktu. Oğlu askerden sağ, esen dönmüştü. Kurban kesiyor, köylüyü kurbana davet ediyor, Ahmet’in dönüş sevincini yakınları ile paylaşıyordu. Komşuları “Gördün mü Neslihan Ebe, boşuna üzüldün, kendini paraladın, bak Ahmet’in geldi” diye takılıyorlardı. “ne yapayım yavrum, yüreğim delik, siz yedi delikanlıyı sağ selim gönderip künyesini almanın ne demek olduğunu bilemezsiniz” diye kendini savunuyordu.
Ne var ki beklenmeyen bir şey oldu, 2. Dünya Savaşı çıkmıştı ve Ahmet yeniden askere çağrıldı. Bu kez Neslihan Ana’nın isyanına sınır yoktu. Dağlara taşları, pınarlara, yere göğe dualar ediyor, dönemin milli şefi İsmet Paşa’ya kargışlar yağdırıyordu. İsmet de diyemiyor
“Nisbet, devrin döne, Ehmed’imi iki kez eskere aldın” diye çağrışıyordu.
Bu öyle bir çağrıştı ki, yer, gök, eşikler tanrıları ayağa kalkıyor, yollardan geçmiş ölü ulular canlanıyor, tümü Neslihan Ana’nın isyanına omuz veriyordu. Doğa canlanıyor, bağrında sakladığı ulu ruhlar yüceliyor, Neslihan Ana onlardan güç ve teselli buluyordu. İleri yaşında son umudu da bitmişti. Artık Ahmet’in de askerden “öldü” haberi geleceğine inanıyordu. Öylesine çaresizdi ki Ahmet’in askerden dönmesi için olmayacak sözler veriyordu Tanrıya:
“Ehmedim esgerden sağ selim gelsin, itlerle yal yiyeceğim” diye ant içiyordu.
İnsanın insanlığından çıkmasının andıydı. Böyle bir yemin tüm umutların bittiği anda yapılırdı. Ama Neslihan Ana kararlıydı; bu andı yerine getirecekti, yeter ki, Ehmed’i esgerden dönsündü. Komşulara, dinleyenlere bu andı yerine getireceğine yeminler ediyordu. Yedi çocuk ölümünden sonra, kimsenin Ahmet’in sağ esen geleceğine onu inandıramıyordu.
Kırklı yılların zor günleri yaşanıyordu. Tarihin en büyük insan boğazlaşmasının yaşandığı, dev savaş canavarlarının ağzından ölüm ateşi saçtığı dönemde Anadolu yalnız bir seyirciyi andırıyordu. Kavganın içinde değildi, ama dışında da sayılmazdı. Her an sırtından bu kavganın içine itiliyor, sağdan soldan sataşmalar sürüyor, o umursamaz bir tavırla olayları görmezden, duymazdan gelirken bir yan dan da ne olur, ne olmaz diye hazırlığını sürdürüyordu. Salt Ahmet değildi askere alınan. Genç kuşağın tümü askere alınmış, zaten cılız konumda olan Anadolu insan gücü tümden zayıflamıştı. Askerin yatıp kalkacağı konut da bulunmadığı için tek kamusal alan konumundaki camiler bu işe ayrılmıştı. Her tür tüketim maddesi karneye bağlanmıştı. Köylerde ne kadar tahıl varsa el konmuş, savaşa hazırlık yapılmıştı. Genç kuşağın askere alınması ile İş gücü tümden tükenmiş, üretim dibe vurma noktasına gelmişti. Yirmi yıllık bir atılım sürecinde kurulan birkaç fabrikada üretilen, bez, kumaş, şeker on beş milyonluk insana yetişmiyordu. Anadolu insanı Birinci Dünya Savaşının, ve Kurtuluş savaşının yaraları sağalmadan böyle bir acı ile yüzleşmenin güçlüğünü yaşıyordu. Kimdi bu tablonun sorumlusu? Kimden yakınacaktı Neslihan Ana? Neslihan Ana Ne Hitler’in adını duymuştu, ne de Stalin’in. Onun bildiği, kendilerine bir gün gösteren Mustafa Kemal Paşa vardı. O ölüp de bu “Nisbet” gelince bütün işler bozulmuş, açlık yokluk almış yürümüş; üstüne üstlük tekne kazıntısı Ehmed’i askere alınmıştı. Başka kime kargışlar yağdırabilirdi?
Sonunda Ahmet bu muvazzaf askerlik dönemini de bitirip köye döndü. Ve Neslihan Ana, yere göğe, eşiklere yalvararak verdiği sözü yerine getirmeye karar verdi. Una süt karıştırarak evin Kangal köpeklerine yal hazırladı. Kendi de onların yanına bir tabağın içine ekmek doğradı, üzerine süt döktü. Bir iki komşuyu çağırdı, tanık olmalarını istedi. Kaşık kullanmaksızın köpeklerle birlikte ağlayarak yemeğini yemeye başladı Mutluydu. Tanrı onun oğlunu sağ esen geri yollamıştı, o da Tanrıya verdiği sözü yerine getirmişti. Tekne kazıntısı Ahmet, ocağını tüttürecek, soyu sürecekti. Ocak sönmeyecek, ev sahipsiz yıkık kalmayacaktı.

Öğrencileri
Musa Üstündağ’ın yetiştirdiği öğrencilerin tümü şimdilerde son yaş dilimine girmiş durumdalar. Kimi iş adamı, kimi emekli. Şöyle bir göz atacak olunsa kimler nerede ne yapıyorlar, yaşam koşusunun neresindeler?
İlk kız öğrencisi, Ahmet Edenin kızı Neslihan Saçlı matematik öğretmenliğinden emekli, Ankara’da yaşıyor. Kardeşi Hüseyin Gazi, liseyi bitirdikten sonra teknisyen oldu. O da Ankara’da yaşıyor. Sohbet adamı, hanedan Ahmet Ede 1996 yılında öldü. Kız okutma geleneğini ilk o başlatmıştı Mamaş’ta. O yıllarda çok eleştiriliyordu, şimdi herkes kız okutmak için bir biri ile yarışıyor.
Süleyman Yanık, Yüksekokul bitirdi, elektrik teknisyeni oldu. Şimdi emekli, İstanbul’da yaşıyor.
Hasan Yanık, Mersin’de varlıklı bir iş adamı.
Hakkı Özkan, Antalya’da zengin iş adamı.
Yusuf Erdal, Antalya’da zengin bir iş adamı.
Hasan Rahmi Temel, Lise sonrası yüksek okul bitirdi. Elektrik teknisyeniydi. On yıl önce bir kalp sektesi ile yaşama veda etti Ablası Aynur Almanya’da çalışıyordu o da daha önce öldü. Yalnız küçük kız kardeşi Altınay Almanya’da yaşıyor.
İhsan Sönmez Sivas’ta yaşıyor.
Cemal Karakaya. Polis komiserliğinden emekli olmuş, Adapazarı’ nda yaşıyordu. Bir cinayette kurban gitti.

Fuat Bozkurt, Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili Edebiyatı bölüm başkanı, profesör. Basılı 25 kitabı var. Kitapları İngilizce, Almanca ve Farsçaya çevrildi. Yazarlığını sürdürüyor. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder