Mamaş akşamlar cümbüşlü olur. Bu boş zaman dilimi,
yaz olsun kış olsun, insanların dinlenirken eğlenme, eğlenirken yoğun bir
kültürün ayrıntılarını öğrenme sürecidir. Özellikle yaz akşamları ayrı bir
görüntü sunar. Okulların yaz dinlencesine girmesi ile köy, dışarıda okuyan
16-20 yaşları arasındaki gençlerle dolar. Bunlara köyde yaşayan, ama kent
özlemi ile yüreği tutuşan gençlerin de katılımı ile bir gençlik topluluğu
oluşur. Kara Yusuf’un oğlu Hasan Bayram, Cinli Felek lakabı ile anılan Cuma
Kara, Cecöğün oğlu Hüseyin, Berduş İbrahim ve daha niceleri. Dışarıdan gelenler
içinde üç kişi gençlerin eksenini oluşturur. Bunlar Ali Efendigilin Ali, Çil
Abbas lakaplı –sonradan iyi bir çocuk edebiyatı yazarı olacak Abbas Cılga ve
Ziya Sönmez’dir. Bunlardan birinin köye gelmesi ile cümbüş başlar. Özellikle
Ali Efendigilin Ali’nin gelmesi ile topluluğun buluşacağı , oturup söyleşler
gerçekleştireceği uzam belirlenmiş olur. Ali Efendiğil’in aşağı oda. Gençler,
iş bitiminden sonra, ikindiye doğru birer ikişer Bekar Palas adını verdikleri
bu odaya dökülmeye başlarlar.
Bekar Palas’ın ayrı bir söyleşi ortamı vardı. Bura,
yaşlıların genellikle dinsel içerikli söyleşi ortamından uzak canlı, yaşam ve
yeni bilgi dolu söyleşi pınarıydı. Okullu gençler okulda öğrendikleri yeni
bilgileri aktarırlar, kışı Adana, Tarsus gibi güney illerinde geçirenler gurbet
anılarını anlatırlardı. Ve doyulmaz güzellikte türküler okunurdu, klarnet,
keman, saz gibi çalgıların eşliğinde. Hasan Bayram, Cinli Felek Cuma, Ali Efendigil’in
Ali bağlama, keman gibi çalgılarda ustaydılar. Sonraları çocuk edebiyatı yazarı
olacak Abbas şiir okurdu. Ay ışıklı akşamlarda dışarı çıkılır ayaydınlığının
esenliği altında bozkır mutluğu yaşanırdı. Böyle akşamlardan birinde Abbas
Cılga bir şiir okuyordu:
Ay
aydınlığından yemek yiyorum
Bir de
baktım ki,
Yemek
yemiyorum; ayı yiyorum
Cılga, kar içinde ayak izleri ile açılan dar, ince
yol anlamına gelir. Babası, bu soyadını alırken, sanki çocukların gelecekteki
yaşam yolunu belirlemişlerdi. Anlamsız bir köy kavgası sonrasında olayla hiç
ilgisi olmayan baba ölmüş, bir iki yıl sonra da anne ölmüştü. Abbas, kendinden
iki üç yaş küçük kardeşi Nizamettin ile birlikte öksüz ve yetim büyümüştü. Acı
mı acı bir yaşam öyküsü vardı. Ellili yılların ortalarında Bekar Palas’a
takılanların en yaşlısı idi. Pamukpınar Öğretmen okulunda öğrenciydi. Hep
yüksek okullarda okuyamamanın ezikliğini ve üzüntüsünü duyardı. Öksüzlük acısı,
yüreğinde derin bir iz bırakmıştı. Arada bir yaşanan içkili akşamlarda
ağlamadığı görülmezdi. Bir gün yine içtikten sonra “Kafa büyük, okul küçük”
diye ağlamaya başlamıştı. Cılga’yı teselli etmek arkadaşları için bir görev
olurdu.
Bu acılar da yetmezmiş gibi öğretmen okulunun son
sınıfındayken teyzesinin kızına aşık oldu. Ama aile, türlü acılar içinde
direnme savaşı veren Abbas’ın -sanki kendi seçimiymiş gibi- kötü koşullarda
büyümesini gerekçe gösterip kızla evlenmesine izin vermiyordu. Abbas Cılga’nın
yaşamında yeni bir bunalım başlamıştı. Yaşayamadığı çocuksu saflığını genç
yaşlarda olduğu gibi koruyor, anlatılan en olmaz öykülere inanıyordu. Çocuk
öyküleri onun düşlediği yaşamın öyküleriydi. Söylenen her şeye şaşardı. İleri
yaşlarda ünlü bir çocuk kitapları yazarı oldu. En güzel kitabına da “Şaşar Ali” adını verdi. Gerçekte Şaşar
Ali kendisiydi.
Bekar Palas’ın ilginç konuklarından biri Berduş
lakaplı İbrahim’di. “Ad bir boncuktur, lakap gökten inmiş” sözü ile bire bir
örtüşür biçimde tam bir berduştu. Dünyayı umursamaz, nerde sabah orada akşam
gezer, işe güce bakmazdı. Kalabalık bir ailesi, bir dizi kardeşi vardı.
Kardeşleri onun bu yaratışını bildikleri için, evin işlerini onlar görür,
Berduş da günlük yaşantısını sürdürürdü. Ali Rıza ile pek bir dosttu. Ali Rıza
köye geldi mi, Berduş’un mutluğuna doyum olmazdı. Ali Rıza ile Ahmet Ede’nin bahçesinden
birkaç salatalık koparıp çimenler üzerine oturur sohbet ederlerdi. Bu
söyleşilerde genelde konular Berduş’un bire bin katarak Tarsus maceralarını
anlatır, Ali Rıza ağzı açık bu anıları dinlerdi. Çoğu düş gücü olan bu anıları
anlatırken ağzından bal damlardı Berduş’un. Çapkınlıklar, işçilik yaşantısı,
işsizlik, kahvelerde oyunlar, kahve söyleşileri ile bütün bir kışı tablo tablo
yansıtırdı.
Bekar Palasın konukları bir yaz gününde daha etkin
bir eylem koymak istediler. Haydar Kahyanın oğlu Aşık, Hatın Ali, Lort Hasan,
Kara Yusuf’un oğlu Hasan, Cecöğ’ün oğlu Hüseyin, Cinli Felek lakaplı Cuma Kara
gibi aynı kuşaktan başka gençlerin de katılımı ile Çermiğe gidilecek, köye 25-30 km uzaktaki Yılanlı
Çermik’te bir-iki gün geçirilecek, bir tür gençlik macerası yaşanacaktı.
Oldukça geniş katılımlı bu yolculuk için, ne edilip edildi harçlıklar bulundu,
gençlerin bu mutluluk özlemlerine aileler, olanak sağladı. 25-30 kmlik yolculuk
üç evre oluşturuyordu. Birincisi Kangal’a değin, ikincisi, Oraya 10 km uzaktaki Kangal
İstasyonuna uzanan yol, üçüncüsü ve en uzunu, Armağan diye anılan Kangal
İstasyonundan Yılanlı Çermiğe uzanan yoldu. Birinci ve ikinci mesafeleri aşan
gençler Kangal istasyonunda bir araba tutup şöyle anlı şanlıca Çermik sefasını
sürmek istediler. Kangal İstasyonunda bekleyen bir külüstür aracın sürücüsü ile
pazarlığa giriştiler. Sürürcü böylesine toy gençlerden biraz fazla para
sızdırmak istiyor, yüksek para istiyordu. Bunlar aralarında okumuş yazmış
gençler de bulunan Mamaşlı gençler, adamın niyetini anında anlamışlardı. Adama
kanundan nizamdan söz etmeye başladılar:
Demokrat Parti halkı bu tür soygunlardan korumak
amacıyla Milli Korunma Kanunu adı altında bir yasa çıkarmıştı. Çok bağlayıcı
başlıkları bulunan bu yasa uyarınca bir malı değerinin üzerindeki fiata satan, ya
da bu tür kazıklamalara girişenler anında tutuklanıyorlardı. Gençler, Kangal
İstasyonunda devletin karakolun bulunmadığı, sürücülerin üç beş kuruş para
bekledikleri bir ortamda sürücüye kanunu anımsatıp gözdağı vermeye başladılar.
Akıllarınca fiat indireceklerdi. “Götürürsün- götürmem tartışması giderek
küfürleşmeye dönüştü, küfürleşme yumruklaşmaya. Birden Kangal İstasyonunda ne
kadar sürücü varsa Mamaşlı bu toy gençlerin üzerine üşüştü. Eline bir sopa,
demir çubuk alan istasyonda bilip bilmeyen herkes kavgaya girmişti. Ortam tam
bir ana baba gününe dönüşmüştü. Ali Efendigil’in Ali o yıllarda boks dersleri
alıyor, dövüş teknikleri öğreniyordu. Bilgisiz kör dövüşçü sürücüler sopalarla
holayıp gelirken kıvrak bir hareketle sopayı savuşturuyor, her üzerine geleni bir
yumrukta deviriyordu.
Bütün gençler, Ali Beyin bu dövüşüne hayran
kalmışlardı. Oysa onlar, okumuş adamın en küçük dövüşe giremeyip kaçacağını
sanıyorlardı. İlk kez dövüşün de bir bilgi, beceri işi olduğunu kaba gücün işe
yaramadığı bilincine vardılar.
Kavga dağıldı, biraz hırpalanan Mamaşlı gençler
Yılanlı Çermiğe doğru, yol boyu durum değerlendirerek yolculuklarını
sürdürdüler. Herkes bir yorum getiriyordu. Şöyle yapsak daha iyi olurdu,
böylesi daha iyiydi. Ben onları tanıyorum. Bunlar Karanlıklı falancaların
çocukları. Biz onlardan öcümüzü almasını biliriz. Vay bilmem ne çocuğu, babası
bizim evde konuk olmuştu.
Bitip tükenmeyen bir hırs içinde Yılanlı Çermiğe
ulaşıldı. Aynı zaman diliminde Mamaş’a Çermiğe giden gençleri, Karanlıklıların
Kangal İstasyonunda dövdüğü haberi ulaştı. Mamaş bir anda kara yasa battı.
Kimleri dövmüşlerdi? Yaralı var mıydı? Herkes önce kendi çocuğunun sağlığını
öğreniyor, sonra genel durumu soruyordu. Büyütülecek pek önemli bir durum
yoktu. Bizim çocukları biraz hırpalamışlardı, o kadar.
Ancak, işin bir de fakatı vardı… Kimmiş
Mamaşlılara el kaldıran! Mamaş, Mamaşlılara el kaldıranın elini kırardı. Şimdi
bunun hesaplaşması başladı: Biz sorarız o karanlıklılardan…
Gençler bir geceyi çermikte geçirip dönüş yoluna
girdiler. Ama yeniden aynı yolu izlemeyecekler, dağ yollarından kestirmeden
köye ulaşacaklardı. Yürümekle bitmeyen yol yolak belirsiz dağ yollarından 25
kmlik uzaklığı kat etmek üzere Mamaş’a doğru yola çıktılar. Yol üzerinde ne bir
konaklama yeri, ne de yemek yiyecek bir aşevi vardı. Gençler, uzak aralıklarla
bulunan dağ gözelerine kapanarak su içiyorlar, biraz soluklanıp ayaküstü birkaç
söz edip yola koyuluyorlardı. Bitip tükenmeyen bu yolun sonlarına gelindiğinde
ayaktan düşecek duruma gelmişlerdi. Yolculuğu kolaylaştıracak görüşler üretmeye
başladılar. Gençlerden biri:
“Bir kamyon olsa da bizi köye götürse” dedi.
Bir ikincisi
“Bir tren olsa tümümüz bir vagonu doluşur,
türküler söyleyip oynayarak giderdik. Ne güzel ulurdu değil mi?”
Bir üçüncüsü
“Şöyle bir teleferik olsa, üç beş dakika sürmez
köyde olurduk”
Aralarında bulunan Lord Hasan lakaplı Hasan
Çakmak:
“Ah bir canım kara eşek olsa da binip gitseydik”
deyince tümü kendilerine gelip gülmeye başladılar.
Bir süre sonra Karanlık köyü ile Mamaş arasında
düğün vardı. Mamaşlı bir kız Karanlık’a gelin gidecekti ve bunun için
Karanlık’tan düğüncüler gelecekti. Kangal istasyonundaki kavgayı yaşayan
gençler Karanlık’a haber ilettiler. Şu, şu, şu kişiler Mamaş’a gelmeyecek.
Gelirlerse kötü olacak. Gelmemesi istenen gençlerden biri de güveyinin kardeşi
idi. Ve söylenen kişilerin tümü Mamaş’a kız almaya giremediler.
Mamaş delikanlıları yine bir delikanlılık
yapmışlar, konuk geldikten sonra konuğu dövme gibi bir ilkelliğe düşmemiş, açıkça
gelmemelerini söylemişlerdi.
Köyün
Unutulmaz Öğretmeni Musa Üstündağ
1950’li yılların ortalarında Sivas’a Kadri Erogan
vali atanmıştı. Kadri Erogan, Demokrat Partinin ünlü, atılgan valilerinden
biriydi. Köylere okul yaptırma seferberliğine girişti. Taş, kum, çakıl gibi
malzemeler köylülerle karşılanıyor, devlet de okulu yapıyordu. Böylece okul
bulunmayan ellinin üzerinde köye okul yapılması başarılmıştı. Mamaş da bunlar
arasındaydı. 1956 yılında okul açıldığında köy odalarında az çok okuma yazma
bile yaşı 15-17’ye varan bir dizi genç çocuk vardı.
Köye öğretmen atanacağı zaman il milli eğitim
müdürü muhtara bir müjde vermişti: Köyünüze sizin gibi bir Alevi öğretmen
atıyoruz. Köyde bu haber büyük sevinç yarattı. Henüz dışa kapalı köyün
girdisini çıktısını yabancı birinin bilmesini istenmezdi. Alevilik henüz dışa
kapalı dönemini yaşıyordu. Ser verip sır vermeme ilkesi ile ayaktaydı.
Aynı zaman diliminde Akçadağ Öğretmen okulunu
bitirmiş genç bir öğretmenin atanması Sivas’a çıkmıştı. Öğretmen Malatya’nın
Arguvan ilçesinin Kızık köyündendi. Şah İbrahim ocağına bağlı bir Türkmen köyü
olan Kızık’a Mamaş’tan Kurt Veli Dede, Turan Dede gidiyor cemler yapıyorlardı.
Bu yüzden öğretmen adını sanını çok iyi bildiği Mamaş köyüne atanmasını istedi.
Ne var ki, İl Milli Eğitim müdürü “Oğlum, öyle bir köy yok ki, seni oraya
atayalım” diye yanıt verdi. ”Seni iyi bir köye, Soğukpınar’a atadık. Soğukpınar
köyü güzel, sazlı sözlü bir köy” diye güvence verdi. Pazartesi günü topluca
gidip okulu açacaklarını söyledi.
Öğretmen üzgün biçimde geceleyeceği otele gitti.
Otelden kalanlara Soğukpınar köyünü bilip bilmediklerini sordu. Biri “Oranın
eski adı Mamaş, adı değişti, Soğukpınar oldu” deyince üzüntüsü sevince dönüştü.
Pazartesi günü, Vali Kadri Erogan başkanlığında,
İl Eğitim müdürü, il ileri gelenlerinden
oluşan bir kurul okul açılması için yola çıktı.
Kurul Deliktaşı aşıp Mamaş karayolu ayrımına geldiğinde Köylüler
kendilerini karşılamak üzere bekliyordu.
Öğretmen, Malatya’nın Arguvan ilçesine bağlı Kızık
köyündendi. İlk görev yeri Mamaş köyü idi. Orta boylu, küçük cüsseli, sevimli mi
sevimli güzel bir insandı. Yüzünden ciddiyetli gülücük eksik olmayan sıcakkanlı
bir kişiliği vardı. Henüz evlenmemişti. Mamaş’ın ilk göz ağrısı olacağını ne o
biliyordu, ne de köylü.
Henüz kentleşmenin geleneksel kültürü ezmediği,
Aleviliğin ve köylülüğün doludizgin yaşandığı yıllardı. Yüz evli köyde radyo
sayısı üçü-beşi geçmiyor, onlar da pahalı pil ve batarya ile çalıştığı için çok
kez kullanılamıyordu. Karın tepeleme yağdığı, köyün dış dünya ile bağlantısı
kesildiği üç dört aylık kış döneminde tek eğlence köy odalarında yapılan
söyleşilerdi. Her kuşağın kendini bulduğu evler, odalar vardı. Her gün yaklaşık
belli zaman dilimlerinde buralarda buluşulur, iskambiller oynanır, sohbetler
kaynatılırdı. Belli başlı birkaç toplanma yeri vardı. Yukarı mahallede Ahmet Ede’nin,
aşağı mahallede Lömen’in, (köyde Numan adı Lömen diye söylenirdi) karşı
mahallede Abdullah’ın odası sohbetin koyulaştığı, oyunların yoğunlaştığı ünlü
dostluk ortamlarıydı. Her sohbet odasının ayrı bir gizemli havası olurdu.
Katılanların ruhu sinerdi bu odalara. Bilgiye hasret Alevi köylüler bu
odalarda, yaşlı bilgelerden sözlü bilgi edinirler, anılar, masallar,
öyküler, dinlerler; öğütler, uyarılar
alırlardı.
Ahmet Ede’nin odası en yoğun bilgilerin
paylaşıldığı odaydı. Musa Hoca daha çok yukarı mahalledeki Ahmet Ede’nin
odasına gelirdi. Odanın bir kıyısında kadınlar, genç kızlar sessizce kilim
dokurlar, büyüklerin söyleşilerine, kimileyin biraz açık saçık şakalarına kulak
misafiri olurlar, gülücüklerini zaptederek dinlerlerdi.
Arada bir türkü akşamları olurdu. Bu akşamlarda
bulunanlar sırası ile türküler söylerdi. Bu akşamlarda türküden kaçınmak
olmazdı. Musa Hoca da türkü söylerdi türkü akşamlarında. Musa Hoca en iyi Ezo
Gelin türküsünü söylerdi. Hoca’nın bu türküsü ünlenmişti. Bu nedenle kimi akşamlar
hocadan bu türküyü söylemesi istenirdi.
Karın yolları kesip dış dünya ile bağlantının
koptuğu günlerde seyrek olarak köye birileri gelirdi. Bu da çok kez uğrusuz
olaylar nedeniyle olurdu. 1958 yılının o amansız kışında köy yine böyle uğursuz
bir haberle sarsıldı. Kış işçiliği için Tarsus’a giden Dağadamı Hüseyin’in oğlu
Kara Hüseyin, kamyondan düşerek ölmüştü. Daha yirmi yaşında var yoktu, yeni
evlenmişti. Karısını bırakıp üç-beş kuruş kazanmak için gurbete gitmiş ölüm
haberi gelmişti. Ölümü de bir garipti. Anlatıldığına göre, bir kamyon üzerinde
yük götürürken şapkasını yel uçurmuş, şapkasını yakalamak isterken kamyondan
düşüp ölmüştü. Kamyondan atıldığı dedikodusu da söyleniyordu. Olayın ardına
düşecek gücü de yoktu Dağadamı Hüseyin’in. Yüreği yandı bitti ailenin.
Ankara’da çalışan akrabalarından Murtaza, başsağlığına geldi.
Musa Hocanın da katıldığı bir kış akşamında
rakılar açıldı, söyleşi başladı. İlerleyen zamanda Dağ adamı Hüseyin için
yanarak, Musa Hoca’dan Ezo Gelin türküsünü söylemesini diledi. Hoca, o muhteşem
sesi ile türküyü söylemeye başladı. “Ezo Gelin çık Suriye dağlarına bizim ile
el eyle” dizenin söylendiği anda, Dağ adamı Hüseyin, ortamı bozmamak için
bastırdığı sabrını tutamaz oldu İçi yanarak türkünün sözlerine katıldı :
“Hüseyin’im çık Mersin dağlarına bizim ile el eyle” Kadınlar bir kıyıda
sessizce ağlıyorlardı. Erkekler de artık göz yaşlarını tutamaz olmuşlardı.
Bu tür etkinlikler ertesi sabah bütün köyde bütün
ayrıntısı ile anlatılırdı: “Musa Öğretmen Ezo Gelin Türküsünü söylemiş herkes
ağlamış”. O ortamda bulunamayanlar hayıflanırlar, bize neden haber etmediniz
diye sitemde bulunurlardı.
Üç yıllık bu görev süresinde örnek bir öğretmen
kimliği sergiledi. Köyde olan iç çekişmelere zerrece katılmadı. Uyum içinde
ilişkilerini sürdürdü. Ayrılışı köylü için hüzünlü oldu.
Tek odada, tek öğretmenin eğitiminde beş sınıfın
altmış kişiyi aşkın öğrencisi ders görüyordu. İlk öğretmenlik deneyimi olmasına
karşın, kendi yaşına yakın öğrencileri denetimde tutmayı, başarıyor, en küçük
bilgi boşluğu vermiyordu.
Üç yıl sonra kendi köyünden bir gelinle döndü.
Ardından da kendi köyüne yakın bir köye atanmasını istedi.
Mamaş’ta adeta bir hasret yumağı oluştu. Herkes
birbirine eski hocadan haber soruyordu. Hocadan da aralıklarla mektup
geliyordu. Herkes hocanın gittiği köyde mutlu, rahat olmasını istiyordu ki
hocadan gelen bir mektup köyü alev gibi sardı. Hoca mektubuna bir şiir
eklemişti ve şiiri şöyle başlıyordu:
Gökyüzünde bölük bölük turnalar
Sizden ayrıldım da aldı dert beni
Alladım, pulladım verdim tellala
Satılmadı geldi, buldu dert beni
Öğretmen Musa Üstündağ’ın gittiği köyde
mutsuzluğuna verildi bu deyişin sözleri. Yeniden dönmesi haberi iletildi.
Ama bir daha dönmedi, dönemedi. Ancak arada sırada
haber alınıyor, hangi köyde olduğu öğreniliyordu. Bir mektubunda bütün köye
selam söylemişti. Bu haberi köy halkına cemde duyurunca o sırada köyde bulunan
yeni öğretmen –o da Alevi olduğu için ceme girebiliyordu- kıskançlık göstermiş,
“istiyorsanız ben gideyim, o gelsin” diye söylenmişti. Bu anlamsız kıskançlık
köyün tepkisine neden olmuştu.
İlk Öğretmen Musa Üstündağ adı yıllar içinde bir
söylencesel anlam kazandı. Onunla görüşenler rastlayanlar haberler
getiriyorlardı. Bu arada ilginç bir ziyaret anlatıldı: Köyün sıradışı
kişilerinden Ginili Haydar, atının terkisine karısı Kibre Ana’yı alıp Sivas’tan
Malatya’ya atla gitmiş, Musa hocayı görev yaptığı köyde ziyaret etmişti. Yalan
mıydı, gerçek miydi bu haber, kestirmek zordu. Ama Haydar Dayı yeminle
anlatıyor, Musa öğretmenden haberler veriyordu. Haydar Dayı, öğretmen’in
kendisini nasıl ağırladığını da anlatıyor, köylüyü hayretler içinde
bırakıyordu. Öğretmenin evinde bir de banyo yapmıştı.
Köylünün bir bölümü, Haydar Dayının bu
ölçüsüzlüğüne kızıyor, bir bölümü gülüyordu. Bu Haydar dayı idi yapar yapardı.
Tekne
Kazıntısı
Ahmet Ede’nin yukarı mahalledeki kerpiç odası
insan sıcağının duvarlara sindiği bir dostluk ocağını andırırdı. Ahmet Ede
Neslihan Ana’nın yedi oğlunun sonuncusu olarak dünyaya gelmişti. Ana-babanın
ileri yaşlarda doğan böyle çocuklarına “tekne kazıntısı” derlerdi. Deyim, ekmek
yaparken son ekmeği yapmak için teknenin kıyısında köşesinde kalan hamur
parçacıklarını toplayıp yapılan ekmeğe benzetmeydi. İleride Ahmet Ede adı ile
anılacak Ahmet Saçlı da böyle bir tekne kazıntısıydı. Ama Neslihan ana için
öncesi çok acı doluydu. Öncesinde doğan yedi oğlunu Yemen, Balkan,
Seferberlikte yitirmişti. Bu son umut onun soyunu sürdürecek Ahmet’te kalmıştı.
Ahmet’i delikanlılık çağına değin arkasından yemek düremeç gezdirerek büyüttü.
“Ehmedim, Ehmedim” diye ardı sıra geziyor, öğle yemeğini yemedi ikindide bir
şey yemedi diye kendini paralıyordu. Derken 1938 yılında tek oğlunu da askere
aldılar. Neslihan Ana için bir türlü zaman geçmiyor, onun da askerde öleceğine
inanıyordu. Onun için askere gitmek ölüme gitmek demekti. Bellekte uzadıkça
uzayan iki yıllık zaman dilimi bitip sonunda Ahmet, köye dönünce Neslihan
Ananın sevincine diyecek yoktu. Oğlu askerden sağ, esen dönmüştü. Kurban
kesiyor, köylüyü kurbana davet ediyor, Ahmet’in dönüş sevincini yakınları ile
paylaşıyordu. Komşuları “Gördün mü Neslihan Ebe, boşuna üzüldün, kendini
paraladın, bak Ahmet’in geldi” diye takılıyorlardı. “ne yapayım yavrum, yüreğim
delik, siz yedi delikanlıyı sağ selim gönderip künyesini almanın ne demek
olduğunu bilemezsiniz” diye kendini savunuyordu.
Ne var ki beklenmeyen bir şey oldu, 2. Dünya
Savaşı çıkmıştı ve Ahmet yeniden askere çağrıldı. Bu kez Neslihan Ana’nın
isyanına sınır yoktu. Dağlara taşları, pınarlara, yere göğe dualar ediyor,
dönemin milli şefi İsmet Paşa’ya kargışlar yağdırıyordu. İsmet de diyemiyor
“Nisbet, devrin döne, Ehmed’imi iki kez eskere
aldın” diye çağrışıyordu.
Bu öyle bir çağrıştı ki, yer, gök, eşikler
tanrıları ayağa kalkıyor, yollardan geçmiş ölü ulular canlanıyor, tümü Neslihan
Ana’nın isyanına omuz veriyordu. Doğa canlanıyor, bağrında sakladığı ulu ruhlar
yüceliyor, Neslihan Ana onlardan güç ve teselli buluyordu. İleri yaşında son
umudu da bitmişti. Artık Ahmet’in de askerden “öldü” haberi geleceğine
inanıyordu. Öylesine çaresizdi ki Ahmet’in askerden dönmesi için olmayacak
sözler veriyordu Tanrıya:
“Ehmedim esgerden sağ selim gelsin, itlerle yal
yiyeceğim” diye ant içiyordu.
İnsanın insanlığından çıkmasının andıydı. Böyle
bir yemin tüm umutların bittiği anda yapılırdı. Ama Neslihan Ana kararlıydı; bu
andı yerine getirecekti, yeter ki, Ehmed’i esgerden dönsündü. Komşulara,
dinleyenlere bu andı yerine getireceğine yeminler ediyordu. Yedi çocuk
ölümünden sonra, kimsenin Ahmet’in sağ esen geleceğine onu inandıramıyordu.
Kırklı yılların zor günleri yaşanıyordu. Tarihin
en büyük insan boğazlaşmasının yaşandığı, dev savaş canavarlarının ağzından
ölüm ateşi saçtığı dönemde Anadolu yalnız bir seyirciyi andırıyordu. Kavganın
içinde değildi, ama dışında da sayılmazdı. Her an sırtından bu kavganın içine
itiliyor, sağdan soldan sataşmalar sürüyor, o umursamaz bir tavırla olayları
görmezden, duymazdan gelirken bir yan dan da ne olur, ne olmaz diye hazırlığını
sürdürüyordu. Salt Ahmet değildi askere alınan. Genç kuşağın tümü askere
alınmış, zaten cılız konumda olan Anadolu insan gücü tümden zayıflamıştı.
Askerin yatıp kalkacağı konut da bulunmadığı için tek kamusal alan konumundaki
camiler bu işe ayrılmıştı. Her tür tüketim maddesi karneye bağlanmıştı.
Köylerde ne kadar tahıl varsa el konmuş, savaşa hazırlık yapılmıştı. Genç
kuşağın askere alınması ile İş gücü tümden tükenmiş, üretim dibe vurma
noktasına gelmişti. Yirmi yıllık bir atılım sürecinde kurulan birkaç fabrikada
üretilen, bez, kumaş, şeker on beş milyonluk insana yetişmiyordu. Anadolu
insanı Birinci Dünya Savaşının, ve Kurtuluş savaşının yaraları sağalmadan böyle
bir acı ile yüzleşmenin güçlüğünü yaşıyordu. Kimdi bu tablonun sorumlusu?
Kimden yakınacaktı Neslihan Ana? Neslihan Ana Ne Hitler’in adını duymuştu, ne
de Stalin’in. Onun bildiği, kendilerine bir gün gösteren Mustafa Kemal Paşa
vardı. O ölüp de bu “Nisbet” gelince bütün işler bozulmuş, açlık yokluk almış
yürümüş; üstüne üstlük tekne kazıntısı Ehmed’i askere alınmıştı. Başka kime
kargışlar yağdırabilirdi?
Sonunda Ahmet bu muvazzaf askerlik dönemini de
bitirip köye döndü. Ve Neslihan Ana, yere göğe, eşiklere yalvararak verdiği
sözü yerine getirmeye karar verdi. Una süt karıştırarak evin Kangal köpeklerine
yal hazırladı. Kendi de onların yanına bir tabağın içine ekmek doğradı, üzerine
süt döktü. Bir iki komşuyu çağırdı, tanık olmalarını istedi. Kaşık
kullanmaksızın köpeklerle birlikte ağlayarak yemeğini yemeye başladı Mutluydu.
Tanrı onun oğlunu sağ esen geri yollamıştı, o da Tanrıya verdiği sözü yerine
getirmişti. Tekne kazıntısı Ahmet, ocağını tüttürecek, soyu sürecekti. Ocak
sönmeyecek, ev sahipsiz yıkık kalmayacaktı.
Öğrencileri
Musa Üstündağ’ın yetiştirdiği öğrencilerin tümü
şimdilerde son yaş dilimine girmiş durumdalar. Kimi iş adamı, kimi emekli. Şöyle
bir göz atacak olunsa kimler nerede ne yapıyorlar, yaşam koşusunun
neresindeler?
İlk kız öğrencisi, Ahmet Edenin kızı Neslihan Saçlı matematik
öğretmenliğinden emekli, Ankara’da yaşıyor. Kardeşi Hüseyin Gazi, liseyi bitirdikten sonra teknisyen oldu. O da
Ankara’da yaşıyor. Sohbet adamı, hanedan Ahmet Ede 1996 yılında öldü. Kız
okutma geleneğini ilk o başlatmıştı Mamaş’ta. O yıllarda çok eleştiriliyordu,
şimdi herkes kız okutmak için bir biri ile yarışıyor.
Süleyman
Yanık, Yüksekokul bitirdi, elektrik teknisyeni oldu. Şimdi emekli,
İstanbul’da yaşıyor.
Hasan
Yanık, Mersin’de varlıklı bir iş adamı.
Hakkı
Özkan, Antalya’da zengin iş adamı.
Yusuf
Erdal, Antalya’da zengin bir iş adamı.
Hasan
Rahmi Temel, Lise sonrası yüksek okul bitirdi. Elektrik
teknisyeniydi. On yıl önce bir kalp sektesi ile yaşama veda etti Ablası Aynur Almanya’da çalışıyordu o da daha
önce öldü. Yalnız küçük kız kardeşi Altınay
Almanya’da yaşıyor.
İhsan
Sönmez Sivas’ta yaşıyor.
Cemal
Karakaya. Polis komiserliğinden emekli olmuş, Adapazarı’ nda yaşıyordu.
Bir cinayette kurban gitti.
Fuat
Bozkurt, Akdeniz Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili Edebiyatı
bölüm başkanı, profesör. Basılı 25 kitabı var. Kitapları İngilizce, Almanca ve
Farsçaya çevrildi. Yazarlığını sürdürüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder