Revani'nin Yaşamından Kesitler
Revânî köyün karşısındaki tarlada güz çiftini
sürüyordu. Üç jandarmanın kendisine doğru geldiğini gördü. "Yol soracaklar
anlaşılan" diye içinden geçirdi. Gerçekten jandarmalar iyice yaklaştılar.
Selam verip sordular:
“Kurt Veli sen misin?”
“Evet benim.”
“Seni Kangal'dan istiyorlar.”
“Niçin?”
“Vallah biz de bilmiyoruz. Bize
alın gelin dediler.”
“Peki olur. Yalnız şu çifti eve
koyalım da gidelim.”
“Yok olmaz. Çifti köye arkadaşımız
götürecek. Seni alıp hemen gideceğiz. Bize verilen emir böyle.”
Revânî "Allah, Allah"
diye içinden geçirdi. Ne oluyordu? Suçu neydi?” Kangal'ın yolları bir türlü
bitmez olmuştu. Revânî'nin kafasından bin bir düşünce geçiyordu. Karakol komutanını
tanıyordu. Komutanın odasına aldılar. Ama o da ne olduğunu bilmiyordu:
“Veli Efendi, seni Sivas'tan
istiyorlar. Acele oraya gideceksin. Doğruca Halkevleri merkezine gideceksin” diye
bilgi verdi.
Öylece Sivas’ın yolunu tuttu
Revani. Doğruca Halkevlerine vardılar. Revânî'yi ağabeyi Suzânî karşıladı.
Revânî sordu:
“Vahap ne bu olup bitenler? Niçin
beni getirdiler?”
“Kaç gündür sana haber salıyorum
acele gel diye niye gelmiyorsun?”
“Ne yapayım, çifti bitirmem
gerekiyor.”
“Çiftin çubuğun sırası mı? Burada
devletin işi var. Kendiliğinden gelmezsen işte böyle getirirler. Lise başöğretmeni
Ahmet Kutsi Bey büyük bir tören düzenledi. Biliyorsun, doğru düzgün saz çalan âşık
yok. Seni bunun için getirttim.”
Revânî böyle bir ortamda Sivas
Halk Şairleri bayramına katılıyordu. İç odaya geçtiklerinde birkaç aşığın
sazlarını onardıklarını gördü. Bağlamalarına düzen veriyorlar, parçalar
çalıyorlar, Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beylere ürünlerini sunuyorlar,
beğendirmeye çalışıyorlardı. Suzânî kendi bağlamasını Revânî'ye uzattı.
“Ahmet Kutsi Bey Kangal'dan bir
âşık geldi. Bir de bunu dinler misiniz?” dedi.
Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beyin
yüzlerinde umutsuzluk okunuyordu. Bir türlü beğenmiyorlardı. Bir iki ele güne
çıkar âşık bulmuşlardı. Revânî bu ortamda bir iki parçayı art arda sıraladı.
Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beyin gözleri parladı. Revânî küçük bir ara verince
ikisi de yanına yaklaşıyorlardı. Sigara tuttular. Aşağıdan çaylar söylendi.
Revânî'yi gözleri tutmuştu. Suzânî de duruma sevindi. Eli ile kardeşini göstererek:
“Bu âşık biraz çalar. Fena
değildir” dedi.
Muzafer Beyle Ahmet Kutsi Suzânî
ile şenliğin düzeni üzerinde konuşmaya başladılar. Bağlamada Suzânî ile Âşık
Süleyman çok iyi idi. Revânî de güzel çalıyordu. Ama Suzânî onun değişik bir
çalgı çalmasını önerdi. Revânî aynı zamanda güzel keman çalardı. Keman çalsa
nasıl olurdu? Keman getirildi, Revânî bir iki parça da kemanla çaldı. Evet,
keman çalması daha uygundu.
Revânî, Ali Efendi'nin ikinci
oğluydu. 1315 yılında[1] o zamanki adı ile Mamaş'ta doğan bu oğluna
babasının adını vermişti: Kurt Veli. Bağlama ve keman derslerini Âşık Hasan'dan
almıştı. Basık odalarda okuma yazma öğrenmişti. Köyün yakınlarına değin uzanan
dağlar ormanlarla kaplıydı. Toprağın verimli, emeğin ucuz olduğu yıllardı.
Alevi köylerinin şehirlerle bağlantısı yok gibiydi. Yılda bir iki kez ekin
ürünleri satmaya giderler, çok az sayıdaki gereksinimleri sağlar köye
dönerlerdi. Mahkeme karakol ise, Alevilerin hiç uğramadıkları yerlerdi. Bu gibi
sorunlar cemde çözümlenirdi. Devlet asker ve vergi almaya uğrardı köye. Askere
alınanlar hep Yemen'e giderler, bir daha da dönmezlerdi. Yemen'e gitmek
ölüme gitmek demekti. Geceleri karanlık idare lambasının ışıttığı karanlık
damlarda ayı, kurt masalları, eşkıya öyküleri anlatılırdı. Tüm karmaşıklığına
karşın mutlu yıllardı. Cennet yaşamıydı. Oğlanlar koca delikanlı olunca bile
aşık oynarlardı. Dünya uzaklardaydı. Köyün sınırları karşıdaki üç kutsal dağda
biterdi. Bunlar köyün yaylakları ve kutsal dağlarıydı. Fehlan dağıydı, Kızlar
dağıydı, Yılanlı dağıydı. Dağların eteğindeki yem yeşil vadide yazları yaylaya
çıkarlardı.
Bu mutlu günler çok sürmedi.
1915'te Kurt Veli'yi askere aldılar. Oysa daha yeni evlenmişti. Ancak 18
yaşındaydı. Boyuna posuna bakmışlar, eli silah tutar bulmuşlardı. Sivas'ta
eğitime başlamıştı. Ardından da Doğu cephesinde savaşa girmişti. Osmanlı
Sarıkamış dramını yaşamış, cephe Erzincan önlerine gelmişti. Ama bir garip
savaştı. Rus'tan çok açılıkla ve soğukla savaşıyorlardı. Bir türlü karınları
doymuyordu. Gün uzuyor, yıl oluyordu. Dağ taş asker kaçağıyla doluyordu. Üç
yıllık süre böylesine açlıklar, yokluklar arasında ateş hattında geçti. 1917
yazında Azerbaycan'a doğru ileri yürüyüş başladı. Ermenilerin ağır kıyım
yaptıkları toprakları aşıyorlar Hazar'a doğru ilerliyorlardı. Şimdi, çağdaş
taşıt araçları ile birkaç saatte alınan yollarda dişle tırnakla gıdım gıdım
gidiliyordu. Adını duymadığı şehirler, yolunu bilmediği illeri geçiyorlardı.
Sonuçta Hazar'a ulaşmışlardı. Selam Bakü, selam durgun deniz!
Bakü yazları sıcak olur. Hele
yayla iklimine alışık kişileri tümden bunaltır. Kızgın yaz sıcağında Revânî'yi
önce bir terleme sardı. Ardından bir titreme aldı. Korkunç bir hastalığa
yakalanmıştı. Bir Azeri sırtlayıp hastaneye götürüyordu. Ama Azeri de
sırtındaki ağır yükü taşımaya dayanamıyordu. Hastaneye yaklaştıklarında
gösterdi:
“İşte hastane ora, gedebilersen
mi?”
“Gederim” diye karşılık verdi
Revânî.”
Hastaneye doğru kendini zor
sürüyordu. Hastanenin yemyeşil bahçesine zor ulaştı. Bahçe üzüm asmalarıyla
doluydu. Serinlik içinde ekşi üzümlerden yemeye başladı. Bir süre sonra
hastalığı geçmişti. Artık bu gurbetlik de yeter olmuştu. Anasının öldüğünü
düşünde görmüştü. Nitekim birkaç gün önce babası Ali Efendi' ye bir mektup
yollamış, içine bir de deyiş yazmıştı. "Ben
de düştüm Acemistan eline, alışmadım Acemlerin diline" diye uyak
tutturmuştu.
Bahçeden çıktı. Artık kışlaya
uğramayacak, Sivas'ın yolunu tutacaktı. Yolda bir arabacıya rastladı. Batı'ya
doğru gidiyordu. Yolları birdi. Birlikte yolculuk edeceklerdi. İyi bir adamdı
arabacı.
“Yahşı çörek, yahşı gatığ, diye
yiyeceğini sunmuştu. Birlikte Gence'ye doğru ilerliyorlardı. Azeri yolcu köy
yoluna geldiğinde ayrıldı. Revânî daha yolun başlangıcındaydı. Yüzlerce km.lik
yolu yürüyerek tek başına alacaktı. Köy”lerden yiyecek toplayacaktı. Dağları
aşacaktı. Tanımadığı insanlarla yolculuk yapacaktı. Bir süre sonra o da ekmek
bulmak için bir köye girdi. Bir kapıda yaşlı bir Azeri içeri çağırdı:
“Gel hele ağa, hardan gelirsen,
hara gedirsen?"
“Türki İstanbuli'yem. Askerem."
“İstanbul harda sen harda? Burdan
İstanbul' a getmak olabilemez. Ola ki sen galısın burda. Ha İstanbul, ha bura
fargı yohdu."
Ayran geldi, meyve geldi. Söyleşi
koyulaştı. Yaşlı Azeri sordu:
“Şiisen ya Sünnisen?"
“Şiiyem."
“Çoh yahşıdır. Sen galasın burda.
Benim gızı da verim sana. Sen menin oğul olasan!"
Azerbeycan içlerindeki bu köyün
adı bile anılarında kalmayacaktır Revânî'nin. Ama altı ayı aşkın süre orda
dostça yaşamıştır. O Azeri kızı ise yalnızca bir görüntüdür. Elini sürmeyecekti.
Mamaş'ta kendini bekleyen babası var”dır, bacıları vardır ve eşi vardır. Bir
gün tarla sularken suyun başına beli saplayıp, Sivas'ın yolunu tutacaktır.
Gerçekten de Revânî, bin bir zorluğu aşarak Mamaş'a ulaşmayı başardı.
1919 yılı olmalıydı. Aradan bir
iki ay geçti ya da geçmedi. Yeniden askere çağrıldı. Oysa her şey bitmişti.
Devlet diye bir şey kalmamıştı. Top kamaları İngilize teslim ediliyordu.
Mustafa Kemal diye bir paşa Sivas'a gelmişti. Sivas'ta Saray'ın balkonundan
halka durumu anlatıyordu. Genç Revânî bu ortamda güvenlik güçleri arasındaydı.
Akşam karanlığını aydınlatmak için fenerler yakmakta, halkın arasında
geziyor, güvenliği sağlıyordu. Halk arsında konuşulanlara kulak verdiğinde halkın
umutsuzluk içinde olduğunu ve Paşanın sözlerine inanmadığını görüyordu.
Halk kendi arasında "Yahu bu
Paşa ne söylüyor? Devlet mi kaldı ki?" diye söyleniyordu. Sivas’ta ıop
kamalarının toplanıp İngilizlere teslim edildiğini duymuşlardı.
O günlerde geleceği iyi gören bir okumuşla
karşılaştı. Bu, Baytar Rıza Bey, adlı Alevi baytardı Asker Revânî'ye şöyle dedi:
“Veli oğlum, yeni bir devir
başlıyor. Göreceksin, Mustafa Kemal bütün düşmanı kovacak. Devletimiz çok güçlü
olacak. Güle güle askere git ve bütün benliğinle savaş. Güzel günler göreceğiz.”
Revânî yaşamı boyu Baytar Rıza
Beyin 12 bu sözleri unutmayacak ve onun ileri görüşlülüğüne
de hep hayran kalacaktı. Kurtuluş Savaşında Revânî, süvari çavuşuydu. Fahrettin
(Altay) Paşa komutasındaki süvari alayında görev yapıyordu.
Ateş ve barut kokusu içinde bir
yaşamdı Kurtuluş savaşı yılları. Revânî,
ölümle kardeş gibiydi. Aynı birlikte Mamaş'tan bir de Ali vardı. Kurtuluş
savaşına “Gönüllü” kamıştı. Bu yüzde ordudaki adı Gönüllü Ali’ydi. Gönüllü Ali,
deli dolu, pırıl pırıl bir adamdı. Yaptığına önem vermezdi. Ölümden hiç
korkmazdı. İyi biniciciydi ve atına iyi bakardı, Bir suvari için en değerli silah atıydı.
Gönüllü bu bakımlı atı ile iki kez Revânî'yi ölümden kurtaracaktı.
Birinde, bir geri çekilme
sırasında Revânî' nin bakımsız atı geride kaldı. Yunan süvarimizi amansız
biçimde izliyordu. Gönüllü Ali, Veli Çavuş'un (Revani) geride kaldığını anlayınca
atını çevirdi, Veli Çavuş'u terkisine alıp birliğe yetiştirdi. İkinci
kurtarışı ise 1922 yılında büyük vuruş sırasındadır. Süvari birliği, Yunan'ın
kaçış yollarını kesmişti. Fahrettin Altay'ın emri üzerine, Veli Çavuş,
şaşırtmak için küçük bir birlikle atışa başladı. Ama Yunan ordusu, bu küçük
şaşırtma birliği üzerine korkunç bir grup ateşi açtı. İkinci bir ateşte bütün
birlik yok olacaktı. Albay birliğe emir ulaştırmak istedi. Gönüllü Ali Onbaşı,
Veli Çavuş olduğu için bu emiri üstlendi. Top atışları arasından tepeye
tırmandı."Veli Çavuş, hemen kaçın" diye bağırıp atını yüz geri etti.
Veli Çavuş yine yüzde yüz ölümden kurtulmuştu13 .
İki yıllık kurtuluş tüm
zorluklarına karşın, tatlı anılarla süslü kalacaktır belleğinde. Mustafa
Kemal'den ise hep hayranlıkla söz edecektir. Osmanlı'da yaşadığı beş yıl
süresince açlıklar, yokluklar arasında yaptığı savaşlar yanında, Kurtuluş
savaşı bir varlıklar, zenginlikler savaşıdır. Açlık görmemiştir, çıplaklık görmemiştir.
Gediz'den başlayan adım adım geri çekilme bitip tükenmeyen umutları umutsuzlukları
ile düşlerine girmişti. Uşak ile İnönü arasında bir yerde olmalıydı. Bir
bozkır akşamında arkadaşı ile söyleşiye başlamışlardı. Arkadaşı anlatıyordu:
“Veli çavuş, savaşta en yüce
mertebe şehitlik mertebesidir. Şehitlik mertebesi kutsaldır. Babam Çanakkale'de
şehit oldu. İnşallah ben de şehitlik mertebesine erişirim."
O günün sabahı düşman çemberinde
kalmışlardı. Komutan askerlere "birbirinizle helalleşin. Çemberi yarmaya
çalışacağız. Ölenlerimiz şehit, kalanlarımız gâzidir" diye seslendi.
Bütün erat birbiri ile helalleşti. Beyaz bayrak çekildi. Çembere doğru
yaklaşıldı. Ve tam çembere yaklaşıldığı anda "Allah, Allah"
bağrışları ile yalın kılıç çembere yüklenildi. Çember yarılmış alay
kurtulmuştu, ama onlarca şehit vardı. Revânî'nin akşam konuştuğu arkadaşı da
şehitler arasındaydı. Ve o gün şehit düşen bir subayın ardından komutan Fahri
Paşa sabaha kadar ağlamış, ağlamıştı. [2]
Sakarya önlerinde duraklama ve
yeniden ileri yürüyüş, yaşamının birer kesitleridir. Onun için Sakarya savaşı
çok kısa sürmüştü. Aylarca süren geri çekilişin ardından yorgun ve bitkin
Sakarya önlerine geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa gelmiş, süvari alayına şöyle
seslenmişti:
“Süvariler, başarı ile görevinizi
yerine getirdiniz. Sağolun. Şimdi dinlenmeyi hak ettiniz. Bir hafta dinlenin.
Sağolun.
Doğu cephesinde ne kadar açlık
çektiyse, Yunan cephesinde o ölçüde uykusuzluk çekmişti. Doğu cephesinde
ekmeğe doyum olmayacağını düşünürdü. Şimdi uykuya da doyum olmayacağını
düşünüyordu. 22 gün sürecek Sakarya savaşı onun belleğinde 24 saat sonra
bitmişti.
“Süvariler, kalkın. Yunan
bozuldu. Peşini bırakmayın!
Uykuya doyamadan atlarına
binmişler Yunan'ı kovalamaya başlamışlardı. Sakarya ırmağını tam geçecekleri
sırada Yunan köprüyü patlatmıştı. Bu kez de ırmağın kaynağını dolaşmaları
buyrulmuştu. Üç gün sonra ırmağın kaynağını dolaşıp Yunan mevzilerine
dayanmışlardı. Ama artık Yunan iyiden iyiye yerleşmişti. Bir yıllık ateşkes
dönemi başlayacaktı. Uykuya şimdi doyulabilirdi.
Bir yıl sonra Afyon önlerinde
başlayan ileri yürüyüş, İzmir'de bitecekti. Revânî İzmir'e ilk giren askerler
arasındaydı. Kafasının içinden bir anda şimşek hızıyla son dört yılı geçti.
1918'de Bakü'dan Hazar'ı görmüştü. Şimdi İzmir'den Ege'yi seyrediyordu. Azeri
söyleyişi ile "Hazar harda, Ege harda?" dedi. Ve ardından ekledi
"Mustafa Kemal Paşa harda, Enver Paşa harda?" Biri Dimyat'a pirince
giderken evdeki bulgurdan olmuştu, öbürü evdeki bulguru kurtarmıştı.
Bakü ile İzmir, ne çok benziyordu
birbirine? Güzel kentti İzmir. Savaş bitmişti. Revânî üç madalya kazanmıştı. En
güzeli ise kırmızı şeritli İstiklal madalyasıydı. Şimdi yüzbaşı olarak orduda
kalabilirdi. Komutanı da üsteleyip duruyordu.
“Yarın sırımlı çarık ayağını
kesecek. Tarlada çiftin arkasında öküzü kovalamakla geçecek yaşamın. Bırak
artık dikbaşlılığı. Bak savaş bitti. Kal şu İzmir'de!"
Biraz da aklı yatmıştı komutanın
söylediklerine. Ciddi ciddi orduda kalmayı düşünüyordu ki, kendisi gibi asker
olan Kamber geldi:
“Veli, herkes şimdi köyde bulgur
öğütüyor, türkü söylüyordur, bizim ne işimiz var burda?"
Evet, köyde türkü vardı, cem
vardı, söyleşi vardı, anılar vardı. Çocukluk yılları vardı, baba vardı, avrat
vardı. Ya İzmir'de ne vardı? Kamber haklıydı. Komutan ne söylediyse kulağına
girmedi. Tezkereyi aldığı gibi Mamaş'ın yolunu tuttu.
Köyde bir dizi değişiklik
olmuştu. Yaşlılardan kimileri ölmüştü. Gençler sıra sıra askerden dönüyordu.
Düzen yeniden kuruluyordu. Tarlalar sürülüyor, bağ bahçe düzene giriyordu.
Baba Ali Efendi iyiden iyiye yaşlanmıştı. Ama çok şükür onu da sağ
görebilmişti. Bir güz sabahında baba Ali Efendi oğul Revânî'ye şöyle seslendi:
“Veli oğlum, bugün bir düş
gördüm.”
“Ede hayrola, anlat bakalım.”
“Hayra karşı gelesin. Bütün kızlarım
beni ziyarete geldi. Önce Güşü ile Güher, sonra Fatma geldi. Ve ardından bir
boz atlı adam gelip beni aldı gitti.”
“Çok güzel görmüşsün ede”.
Kuşluk zamanıydı. Baba Ali
Efendi'nin söylediği sıra ile komşu köylerde gelin olan ablalar gelmeye
başladı. Güşü ile Güher geldi.
“Edem nerde” diye sordular.
“Köyün içinde geziyor” diye
evdekiler yanıt verdi. Baba Ali Efendi'nin sağlığı yerindeydi. Kızlarının
endişesine gerek yoktu. Ardından Fatma geldi. O da aynı soruyu sordu. Tümü
düşlerinde edelerini görmüşler, görmeye gelmişlerdi. Başka bir nedeni yoktu.
Öğle üzeri Ali Efendi eve geldi.
Kızlarıyla topluca yemek yedi. Durumlarını, geçimleri sordu. Söyleşti yaptı.
Akşam geç saatlere değin söyleşi sürdü. Gece bir saatte Revânî'yi bacılarından
biri uyandırdı:
“Edeme birşey oldu.”
Baba Ali Efendi, cemlerin
yapıldığı eski büyük evlikte yatıyordu. Titriyordu. Revânî, iyi gelir
düşüncesiyle bal şerbeti yaptırdı. Ali Efendi içti ama titremesi geçmedi.
İyiden iyiye yatağa gömüldü. Öleceğini söyledi. Bir iki vasiyette bulundu. Ve
son sözü "Ver elini Ya Ali oldu!.."
Revânî, Fazilet kitabının
kıyısına eski yazı ile ölüm gününü yazdı:
"Pederim
Ali Efendinin rucu”u vefatı Rumî 1341. (1925) Şah İbrahim Veli evlatlarından
mümin kariyesinden Kurt Velizâde Ali Efendi' nin vefatı teşrinevvel
(ekim)."[3]
Revânî babasının ölüm gününü
yazmamıştı. Belki de 20 ekimdi. Dedesi Kurt Veli 20 Ekimde Suzânî'nin oğlu Gâzi
20 ekim 1936'da öldü. Yıllar sonra kendi oğlu Mehmet Ağa, 20 Ekim 1946'da
doğacaktı. Bu 20 Ekim günü Bozkurt ocağının yaşamında garip bir gündü.
*
1950 yılı ile birlikte köylü
toplumda söz sahibi olmaya başlamıştı. Değişik patilerden milletvekili
adayları, partililer köylere uğruyorlardı. Tek parti döneminin ardından bir
rahatlama olmuştu. Bu yıllarda Revânî, Yüzübenli ve başka bir köylüsü ile
birlikte Kerbelâ'ya gitti. Serin bir güz günü gitmiş, kara kışta dönmüştü.
Dönüş günü iki metreyi aşkın kar üzerinde tüm köylü yolunu bekliyordu. Güneşli,
aydınlık bir gündü. Bütün köylü, köyün çıkışındaki düzlüğe toplanmıştı. Köye
bir saat uzaklıktaki istasyondan karşılayıclar alıp gelmişti. Zemzemler, kutsal
taşlar kokular kutsal topraklar gelen anılardı. Bütün köylü topluca Revânî'nin
evine geldi. Büyük odada toplanıldı. Yiyip içtikleri onların olmuştu, görüp
geçirdiklerini anlatıyorlardı. Hurma, kuru üzüm gibi yiyecekler ortaya kondu.
Revânî iki eşinden birine ve kendisine üzeri yazılı kefen getirmişti. Büyük bir
incelikle büyük karısına kefeni verdi. Ve kavga koptu. Bula bula bunu mu bulup
getirmişti kocası? Bu kış gününde bütün köye eğlencelik bir konu çıkmıştı.
Alevi toplumunda inançlar dolu
dolu yaşıyordu. Daha kentleşme süreci başlamamıştı. Malatya'dan Tokat'a
Sivas'tan Çorum'a uzanan köylerde Alevilik dolu dolu yaşıyordu. Köylerin
birbiri ile bağlantısı sürüyor, uzak köylerdeki kişiler birbirini tanıyordu.
Ziyaretler, dedelikler birbirini izliyordu. Revânî kış aylarında cemleri sürdürüyordu.
Cemlerde Silisli Âşık Murtaza hep yanında oluyordu. Uzak alanlara ulaşıyorlar,
cemler yapıyorlar ordan başka köylere geçiyorlardı. At sırtında karlı dağlar
aşılıyor, köyler geçiliyordu. Bıyıklar buz tuyor, soluklar donuyordu. Alevilik
öğretisi tüm zor koşullarda sürüyordu. 1956 yılında köye ilkokul yapıldı. Büyük
bir eğitim kurumu köye gelmişti. Okulun yapımına öncü olan Sivas valisi Kadri
Eroğan'a bir övgü yazdı. Benzer deyişleri Yüzübenli, Kemteri, Efgânî de
yazmışlardı.
Ankara 28 Kasım 1967 tarihini
yaşıyordu. Küçük kardeşi, oğulları, torunları, yeğenleri, talipleri, eşi dostu yanı
başındaydı. Son büyük dedelerden biri yaşama elveda ediyordu. Son cemi 1966
yılında Malatya'nın Eğribük köyünde yapmıştı. O cemde son cem olduğunu da
belirtmiş, artık görüşemeyeceğini söylemişti. Gerçekten de öyle olmuştu.
Yumuşak yaratılışlı Revânî, kimseyi düşman etmeden yaşamdan ayrılmıştı. Bütün
yaşamını da derviş gibi yaşayarak geçirmişti. Bir sürü deyiş yazmış, ama hemen
hiçbirini önemseyip yazıya geçirmemişti. Yalnızca on üç deyişi belleklerde
kalmıştı. Bunlardan "Medet Allah muharremdir, muharrem" yinelemeli
deyişi ise cemlerde ağıt olarak söyleniyordu. En güzelleri yergi özelliği taşıyan
demeleri unutulmuştu.
1
Kabul
olmaz şu cihanda dileğim
Varıp
bir gerçeğe kul olmayınca
Her
veli nimetin ılıp kaldırmaz
Sahib-i
Zülfikâr Ali olmayınca
Hayatından
mematından geçemez
Değme
merdan aşk meyinden içemez
Güvercin
donuna girip uçamaz
Hünkâr
Hacı Bektaş Vel olmayınca
Didelerim
mahsun olur hiç gülmez
Tabipler
derdime derman bulamaz
Her
mürşit ölüyü diri kılamaz
Sultan
Şah ibrahim Vel olmayınca
Derya
gibi dalgalanır taşırır
Özün
bilmez seni yoldan şaşırır
Her
dede halledip çiğ mi pişirir
Seyit
Ali Kızıldeli olmayınca
Üç
sünneti yedi farzı bilemez
Revânî'm
dünyada birşey dilemez
Ruy-u
siyahımı kimse silemez
Kerbelâ
şahının eli olmayınca
2
Kardeşler'de
çevirdiler yolumu
Şu
benim halimi sor vali paşa
Kaçırdılar
bir teneke balımı
İşimden
ettiler dur vali paşa
Zalim
hırsız kendi nefsine uymuş
Balı
yemiş tenekeyi boş koymuş
Benim
gibi nice fakirler soymuş
Şu
benim hesabım gör vali paşa
Yirmi
kilo koymuş idim bu kaba
Haşa,
hilafım yok bu sözde tövbe
İçinde
azığım bir beyaz heybe
Bu
iş başa geldi sor vali paşa
Vali
beye beyan kıldım hâlimi
Ya
ver parasını ya bul balımı
Terbiye
etmezsen böyle zalimi
Olur
vilayete ar vali paşa
Revânî'yim
anlamadım bu işi
Kırılsın
çenesi dökülsün dişi
Balı
yiyen on beş, yirmi kişi
İstersen
şahitim var sor vali paşa
3
Bir
arzuhal yazdım Ziya Bey sana
Şu
benim halimi bil kerem eyle
Bizi
çıplak koymak düşmez şanına
Beni
bir eline al kerem eyle
On
bir nufüs efradım var giyecek
Sen
ihsan eylesen kim ne diyecek
İhtikârlar
sanki bizi yiyecek
Şanına
düşeni kıl kerem eyle
Sizden
alır malı saklı satarlar
Adaleti
bir tarafa atarlar
Herkes
kazancına hile katarlar
Aktı
gözüm yaşı sil kerem eyle
Ne
nöbet var, ne sıra var almaya
Tahammülüm
yoktur burda kalmaya
Bineğim
yok gidip geri gelmeye
Kış
günüdür uzak yol kerem eyle
Otuz
metre basma otuz da ak bezi
Olursa
çok olsun istemem azı
Evimin
kalmadı bir damla gazı
İşte
sana mâlum hâl kerem eyle
Ezelden
bilirim bir ehli dilsin
Gülşan
bahçesinde açılan gülsün
Sen
bilmezsen, ahvalimiz kim bilsin
Büküldü
kemendim hâl kerem eyle
Reis
beye beyan ettim derdimi
Eksik
etmez elden gelen yardımı
Revânî'yim
azuhâlim vardı mı
İhtiyacım
lütfen sal kerem eyle
4
Şu
cihanda kimse bâki kalamaz
Cennetten
çıkınca ol safiyyullah
Muradına
maksuduna eremez
Azrail
gelince el- hükm-ü ullah
Ağla
deli gönül durmayıp ağla
Hüseyin
aşkına karalar bağla
Karış
ummanlara sularla çağla
Kerbelâ
aşkına fi sebiyyullah
Erdebil'de
yatan gül yüzlü Şah'ım
Kıblegâhım,
secdegâhım, penahım
Şu
iki cihanda hem mihri mahım
İmanım
büsbütün hasbeten illah
Revânî
elime aldım sazımı
Kabul
eyle niyazımı nazımı
Aman
Şahımerdan ver niyazımı
Dedik
suçumuza estağfurullah
5
Bildin
azimetin bizim ellere
Bir
mektup vereyim dur seher yeli
Validemin
mergadına hâkine
Sür
yüzün selamın ver seher yeli
Ben
de düştüm Acemistan iline
Alışmadım
Acemlerin diline
Mektubumu
kardeşimin eline
Kendi
elin ile ver seher yeli
Dayım
yok ki mektup yazam dayıma
Dayanamam
gurbet elin yayına
Yüzlerimi
pederimin payına
Sür
yüzün selamım ver seher yeli
Revânî'yım
böyle söyler dillerde
Havadis
gelmez postalarda tellerde
Mektup
gelir deyi gözüm yollarda
Yolların
kesti mi kar seher yeli
6
Hüseyin'in
düştü gül cismi zemine
Medet
Allah muharremdir muharrem
Haber
ver, Hz. Cibril Emine
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Huda
bahseyledi Cibril Emine
Hüseyn'im
debrederdi şirine
Düşüptür
hâke nazır-ı zemine
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Hatica,
Fatıma, Meryem'le Sara
Çekip
Mansur gibi özünü dara
Yolar
saçlarını Hazreti Zehra
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Bağladılar
Fırat'ın yollarını
Kesipler
Abbas'ın hem kollarını
Susuzluktan
kuruyan dillerini
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Bugün
harap edipler ehl-i beyti
Takıplar
boynuna zincir kemendi
Necef
Şahı buna nasıl dayandı
Medet
Allah muharremdir, muahrrem
Yakıldı
Kasım'ın kandan kınası
Yıkıldı
Ehlibeyt'in hem binası
O
toyda enbiyalar çekti yası
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Bugün
kesildi yetmiş iki kurban
Ciğerler
parçalandı, oldu büryan
Soyuplar
Ehlibeyt'i kaldı üryan
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Bugün
kan ağladı çarhı felekler
Ki
tebdilin şaşardı hep melekler
Bugün
kabul olur kamu dilekler
Medet
Allah muharremdir, muharrem
Alekberin
sinesin dağladılar
Sâkine'yi
katere bağladılar
Arşı
kürsü semavet ağladılar
Medet
Allah muharremdir muharrem
Teşnelikten
mehd olan asırlara
Ceddi
paki Mustafa ve Haydar'a
Ruzu
mahşerde kıl şefaat Revânî kemtere
Medet
Allah muharremdir muharrem
7
Merhametli
şahım şekavetkAnı
Mürvet
Şahımerdan sana sığındım
Bir
mürvete bağışlarsın bir kanı
Mürvet
şahımerdan sana sığındım
Mergadın
üstünde nurlar saçılmış
Nice
gözsüzlerin gözü açılmış
Şehitlere
hülle donu biçilmiş
Mürvet
Şahımerdan sana sığındım
Hatice
Kübra'yla Fahr-i kAinat
Ümmetine
etti seni emanet
Münafıklar
kıldı türlü hakaret
Mürvet
Şahımerdan sana sığındım
Erzen'de
Selman'ın carına eren
Arş
yüzünde aslan donuna giren
Mahrum
kalmaz dergahına yüz süren
Mürvet
Şahımerdan sana sığındım
Kur'an'da
metheder hazreti Hüda
Bizi
din darından eyleme çüda
Kapına
gelmiştir Revânî geda
Mürvet
Şahımerdan sana sığındım
8
Saâdetli
devletin dindar valisi
Çok
şükür bu yana revan eyledin
Vilayete
verdin şanı şerefi
Gün
gibi sen seni ayan eyledin
Böyle
vali gelmemişti payende
Kimse
bilmez bir hikmet var mayanda
Kurt
koyunla gezer oldu sayende
Vilayeti
Mehdi devran eyledin
Beyim
haberdarsın her bir ümürdan
Nüfusun
evliyadan, ümmetin pirden
Nice
fakirleri kurtardın dardan
Bize
bu okulu ihsan eyledin
Gayri
geçti taassubun çağları
Asfalt
yaptın tepeleri dağları
İhya
ettin bahçeleri bağları
Hakikate
layık ferman eyledin
Revânî
bu sözün olsa hulasa
Halim
arzedeyim ol haslar hasa
Böyle
vali gelmemişti Sivas'a
Büsbütün
köyleri hayran eyledin
9
Gel
ey gönül bir nasihat edeyim
Ahiri
faydasız dara düşersin
Kimsenin
hakkına eyleme taarruz
Encamı
ah ile zara düşersin
Sabr-ı
tahammül kıl cevr-i cefaya
Meyil
verme burda zevk-i sefaya
Muhabbet
şehrini verme yağmaya
Pervaneler
gibi nara düşersin
Entamut
sırrına olasın yakın
Haramadan,
ziyandan yalandan sakın
Nefse
uyup yeme mazlumun hakkın
Yılanı
çok bir mezara düşersin
Görüp
duymadığın sözü söyleme
Darılıp
birine bühtan eyleme
Hasetten
pahıldan bir şey dileme
Garip
Mansur gibi dara düşersin
Tamahkârın
daim meyli nardadır
Koğu
gıybet edenin yüzü karadır
Revânî'nin
sözü sağ ikraradır
Gül
iken çevrinir hara düşersin.
10
Yücesinde
dertli dertli ötüşen
Eğlen
tarif edem yolu turnalar
Gök
yüzünde ak buluta karışan
Islanmış
kanadın telli turnalar
Pamuk
gibi ak beyazdı elleri
Bülbül
gibi seda verir dilleri
Bağlamada
yanık sarı telleri
İşitse
ah eder ölü turnalar
Kerem
kıl nameyi götür kardeşa
Fırak-ı
hasretle yandım ateşe
Mevlam
uğratmasın yollarda kışa
Soldu
has bahçenin gülü turnalar
Garip
bikes kaldı gurbet ellerde
Şimdi
mektup gözler gözü yollarda
Sivas'ın
çevresi yüce bellerde
Terk
etti vatanı ili turnalar
Abdül
Vahap tekkesini arzetti
Yaşı
kırk dokuzdan elliye yetti
Şu
fani cihanı terk edip gitti
Nesli
Şah İbrahim Veli turnalar
Revani
niayzım her zaman budur
Mevlam
dergahından eylemesin du
Bir
ismi serdardır, bir ismi gafur
Cümle
velilerden ulu turnalar
11
Ankara
şehrine basınca kadem
Çok
şükür mekteb-i irfanımız var
Erişti
murada hep millet bu dem
Gamdan
hâlâs olduk, devranımız var
Burda
âşıkları korlar mihenge
Her
taraf bezenmiş bir türlü renge
İndi
şanlı ordumuz nam-ı firenge
Semaya
set çeken tayyaremiz var
Adalettir
bu milleti yaşatan
Yetişmekte
bahçemizdeki fidan
Türkiye'ye
ziya verip ışıtan
Atatürk
Gâzi Kemal'imiz var
İhya
oldu vatan yapıldı yollar
Vasfını
etmeye azizdir diller
Temennamız
budur yaşasın binler
Hatadan
saklayan süphanımız var
Alınırsa
kelâmımız piyasa
Ne
kadar meth etsek gelmez kıyasa
Kazamız
bağlıdır şanlı Sivas'a
Kongreyi
kuran bürhanımız var
12
Zahirde
batında gezen erenler
Yatan,
ne yatarsın uyan dediler
Erdebil'de
Şah İbrahim elinde
Alıban
bâdeyi iç kan dediler
İçiben
bâdeyi oldum mestane
Ellerim
bağlayıp durdum divane
Kül
oldum aşk ile ben yane yane
Bu
aşkın oduna sen yan dediler
Revânî
çok şükür biz olduk ruşen
Tamu
görmez sevdiğine karışan
Mümünlikte
gerek elbet bir nişan
Hakkın
birliğine güven dediler
13
Bir
arzuhal yazdım şahlar şahına
Sabır
köşesinde otursun demiş
Gail
olsun Hak'tan gelen cefaya
Ekmeğini
suya batırsın demiş
İnanmasın
bivefanın fendine
Dolaştırır
seni aşk kemendine
Mülk
olur sanmasın dünya kendine
Türlü
hizmetlerin yetirsin demiş
Zalimin
zulmüne tahammül eyle
Budur
âşıkların âdeti böyle
Alem
sultan olsun sen kulluk eyle
Kul
olsun pazarda satılsın demiş
Zahiri
ne ise batında odur
Zahirden
batına dos doğru yoldur
Hakkın
rahmetleri her şeyden boldur
Sırası
geldikçe yetirsin demiş
Revânî'nın
derdi inmiş derine
Yeniden
bir sevda düşmüş serine
Tayin
edek üç yüzlerin birine
Sırası
geldikçe katılsın demiş.
[1]Asıl adı Kurtveli (Bozkurt) olan Revani’nin doğum tarihinde karışıktır. Nüfus kayıt örneğinde 01. 07. 1900 doğumlu
olduğu ve 28. 11. 1967’de öldüğü kayıtlıdır.
Bu tarih evde bulunan el yazması Fazilet kitabının kıyısında 1315
doğumlu olduğu yazısı ile örtüşmektedir.
Ancak
Milli Savunma Bakanlığı kayıt künyesinde 1313 (1897-98) Zimyan köyü doğumlu olduğu kayıtlıdır. Lakabı Yusufoğullarından, baba adı Ali olarak
belirtilmiştir. Bu belgede “Şahsın doğum yarihi 1316 (1900) değil, 1313 (1897)
yazılıdır” notu düşülmüştür. Askerlik künyesindeki bu farklılık Revani’nin
birinci Dünya Savaşı öncesinde boylu boslu olması yüzünden 15-16 yaşlarında
askere alınmasından kaynaklanıyor olmalıdır.
Askerlik
künyesinde Revani’nin yedi yıllık askerlik serüveninin açıklaması şöyledir:
*K 3
Süvari Makineli Tüfek bölüğünde müstahdemdir.
*Tahkik
edilmek üzere jandarmaya yazıldı. 24 Teşrin-i sani 1337.
*Ankara'da
asker olduğu kariyesi muhtarının ifadesiyle, 16.01. 1338 muhtar-ı sani (mühür) muhtar-ı evvel (mühür(, İmam (imza)
*Merkum
Süvari Üçüncü Alayda müstahdem olduğu, mezkur alay kumandanlığının 08. 03. 1338
tarih ve 410 numaralı telgrafıyla şerhtir. 22. O3. 1338.
“Merkum, 13 Temmuz “1335
tarihinde duhul ederek, çavuşlukla terhis olduğu Fırka 14 Süvari Alay 3.
Tabur 1 Kumandanlığının 15 Temmuz 1339
tarih ve 20 numaralı tahriratıyla
şerhtir.
*Merkum Alay 3. Süvari
Kumandanlığının 27. 11. 1339 tarih ve 25 numaralı tahriratıyla muharrebat-ı
ahireden dolayı harp madalyasıyla taltif ve postahaneden vürud ederek yedine
verilmiştir.
12 Baytar Musa Rıza Bey Divriği'nin Norşun (yeni adı
Eskibeyli) köyündendir. Eskibeyli,
Garip Musa ocağına bağlı Türk köyüdür. İlk Türk veterinerlerindendir. 1890
Norşun doğumlu Musa Rıza, bebekken anasının ölümü üzerine İstanbul'da bulunan
amcasının yanına gönderilmişti. Komiser olan amcasının yanında orta öğretimini yaptıktan sonra askeri baytar mektebinde yükseköğrenim yapıp askeri baytar
olmuş. Anlatılan anılardan İttihat ve Terakki yanlısı bilinçli bir Türkçü
olduğu anlaşılıyor. Soyadı yasası
çıkınca Doğan adını almıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında denetimdeyken 1943
yılında attan düşerek ölmüş. Mezarı Adana şehitliğinde adsızlar bölümünde
bulunuyor. Bilinçli Türkçü ve ateşli bir Kuvvayı Milliyetci Sivas eski
milletvekillerinden gazeteci Nihat Doğan'ın
babasıdır. Nihat Doğan, 1936 yılında babası Musa Rıza Bey Niğde’de veteriner
müdürü iken bir gece Baytar Nuri
Dersimi’nin kadın giysileri içinde evlerine geldiğini, babası ile
konuştuklarını, şafak sökerken gittiğini anlattı. Bu olay Nuri Dersimi’nin
Suriye’ye kaçışı öncesine rastlıyor. Büyük olasılıkla Nuri Dersimi kendisinde
destek istemiş, bilinçli bir Türk uluscusu Musa Rıza Beyden destek bulamamış
olmalı. Nuri Dersimi anılarında bu görüşmeden ve Musa Rıza Beyden söz etmiyor.
13 Gerçek adı Ali Palancı olan Gönüllü Ali Onbaşı 1950'li
yılların ortalarında açlık, yokluk içinde öldü. Öldüğünde elli yaşında
değildi. İmamlara aylık bağlayan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı gazilerinin farkına ancak 1960'lı yılların ortalarında sokaklarda İstiklal madalyaları ile dilenmeye başladıklarında vardı ve ancak 1970 yılında çok az sayıda kalan gaziye aylık
bağladı
[2] Revani’nin anılarında geçen bu
olay İnönü savaşları içinde geçtiği anlaşılıyor. Şehit düşen komutan Süvari Yarbay Nazım Bey olmalı. Kurtuluş Savaşı belgelerinde 10 Ocak 1921
tarihinde böyle bir çemberde kalma olayı anlatılıyor.4. Tümen komutanı Yarbay
Nazım Bey, iki süvari takımı önünde atlı atılışı yapmak zorunda kalmış, ve bu
arada şehit düşmüştür.
[3]Büyük Ali Efendi adıyla anılan
ocak büyüğünün Nüfus kayıtlarında 1852 Zimyan’da doğduğu ve 1925’ta aynı köyde
öldüğü yazılı bulunuyor. Aile arasında ise Malatya Sülmenli köyünde doğduğu
söyleniyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder