Yayında Olan Eserlerim

3 Kasım 2017 Cuma

Halk Ozanı Revani; Yaşamı, Deyişleri


Revani'nin  Yaşamından Kesitler

Revânî köyün karşısındaki tarlada güz çiftini sürüyordu. Üç jandarmanın kendisine doğru geldiğini gördü. "Yol soracak­lar anlaşılan" diye içinden geçirdi. Gerçekten jandarmalar iyice yaklaştılar. Selam verip sordular:
“Kurt Veli sen misin?”
“Evet benim.”
“Seni Kangal'dan istiyorlar.”
“Niçin?”
“Vallah biz de bilmiyoruz. Bize alın gelin dediler.”
“Peki olur. Yalnız şu çifti eve koyalım da gi­delim.”
“Yok olmaz. Çifti köye arkadaşımız götürecek. Seni alıp hemen gideceğiz. Bize verilen emir böyle.”
Revânî "Allah, Allah" diye içinden geçirdi. Ne oluyordu? Suçu neydi?” Kangal'ın yolları bir türlü bitmez olmuştu. Revânî'nin kafasından bin bir düşünce geçiyordu. Karakol ko­mutanını tanıyordu. Komutanın odasına aldılar. Ama o da ne olduğunu bilmiyordu:
“Veli Efendi, seni Sivas'tan istiyorlar. Acele oraya gide­ceksin. Doğruca Halkevleri merkezine gideceksin” diye bilgi verdi.
Öylece Sivas’ın yolunu tuttu Revani. Doğruca Halkevlerine vardılar. Revânî'yi ağabeyi Suzânî karşıladı. Revânî sordu:
“Vahap ne bu olup bitenler? Niçin beni ge­tirdiler?”
“Kaç gündür sana haber salıyorum acele gel diye niye gel­miyorsun?”
“Ne yapayım, çifti bitirmem gerekiyor.”
“Çiftin çubuğun sırası mı? Burada devletin işi var. Kendiliğinden gelmezsen işte böyle getirirler. Lise ba­şöğretmeni Ahmet Kutsi Bey büyük bir tören düzenledi. Biliyorsun, doğru düzgün saz çalan âşık yok. Seni bunun için getirttim.”
Revânî böyle bir ortamda Sivas Halk Şairleri bayramına katılıyordu. İç odaya geçtiklerinde birkaç aşığın sazlarını onardıklarını gördü. Bağlamalarına düzen veriyorlar, parça­lar çalıyorlar, Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beylere ürünlerini sunuyorlar, beğendirmeye çalışıyorlardı. Suzânî kendi bağla­masını Revânî'ye uzattı.
“Ahmet Kutsi Bey Kangal'dan bir âşık geldi. Bir de bunu dinler misiniz?” dedi.
Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beyin yüzlerinde umutsuzluk okunuyordu. Bir türlü beğenmiyorlardı. Bir iki ele güne çıkar âşık bulmuşlardı. Revânî bu ortamda bir iki parçayı art arda sıraladı. Ahmet Kutsi ile Muzaffer Beyin gözleri parladı. Revânî küçük bir ara verince ikisi de yanına yaklaşıyorlardı. Sigara tuttular. Aşağıdan çaylar söylendi. Revânî'yi gözleri tutmuştu. Suzânî de duruma sevindi. Eli ile kardeşini göstere­rek:
“Bu âşık biraz çalar. Fena değildir” dedi.
Muzafer Beyle Ahmet Kutsi Suzânî ile şenliğin düzeni üze­rinde konuşmaya başladılar. Bağlamada Suzânî ile Âşık Süleyman çok iyi idi. Revânî de güzel çalıyordu. Ama Suzânî onun değişik bir çalgı çalmasını önerdi. Revânî aynı zamanda güzel keman çalardı. Keman çalsa nasıl olurdu? Keman geti­rildi, Revânî bir iki parça da kemanla çaldı. Evet, keman çalması daha uygundu.
Revânî, Ali Efendi'nin ikinci oğluydu. 1315 yılında[1]  o zamanki adı ile Mamaş'ta doğan bu oğluna babasının adını vermişti: Kurt Veli. Bağlama ve keman derslerini Âşık Hasan'dan almıştı. Basık odalarda okuma yazma öğrenmişti. Köyün yakınlarına değin uzanan dağlar ormanlarla kaplıydı. Toprağın verimli, emeğin ucuz olduğu yıllardı. Alevi köylerinin şehirlerle bağlantısı yok gibiydi. Yılda bir iki kez ekin ürünleri satmaya giderler, çok az sayıdaki gerek­sinimleri sağlar köye dönerlerdi. Mahkeme karakol ise, Alevilerin hiç uğramadıkları yerlerdi. Bu gibi sorunlar cemde çözümlenirdi. Devlet asker ve vergi almaya uğrardı köye. Askere alınanlar hep Yemen'e gi­derler, bir daha da dönmez­lerdi. Yemen'e git­mek ölüme gitmek demekti. Geceleri karan­lık idare lambasının ışıttığı karanlık damlarda ayı, kurt ma­salları, eşkıya öyküleri anlatılırdı. Tüm karmaşıklığına kar­şın mutlu yıllardı. Cennet yaşamıydı. Oğlanlar koca deli­kanlı olunca bile aşık oynarlardı. Dünya uzaklardaydı. Köyün sınırları karşıdaki üç kutsal dağda biterdi. Bunlar kö­yün yaylakları ve kutsal dağlarıydı. Fehlan dağıydı, Kızlar dağıydı, Yılanlı dağıydı. Dağların eteğindeki yem yeşil va­dide yazları yaylaya çıkarlardı.
Bu mutlu günler çok sürmedi. 1915'te Kurt Veli'yi askere aldılar. Oysa daha yeni ev­lenmişti. Ancak 18 yaşındaydı. Boyuna posuna bakmışlar, eli silah tutar bulmuşlardı. Sivas'ta eğitime başlamıştı. Ardından da Doğu cephe­sinde savaşa girmişti. Osmanlı Sarıkamış dramını yaşamış, cephe Erzincan önlerine gelmişti. Ama bir garip savaştı. Rus'tan çok açılıkla ve soğukla savaşıyorlardı. Bir türlü karınları doy­muyordu. Gün uzuyor, yıl oluyordu. Dağ taş asker kaçağıyla doluyordu. Üç yıllık süre böylesine açlıklar, yokluklar ara­sında ateş hattında geçti. 1917 yazında Azerbaycan'a doğru ileri yürüyüş başladı. Ermenilerin ağır kıyım yaptıkları top­rakları aşıyorlar Hazar'a doğru ilerliyorlardı. Şimdi, çağdaş taşıt araçları ile birkaç saatte alınan yol­larda dişle tırnakla gıdım gıdım gidiliyordu. Adını duymadığı şehirler, yolunu bilmediği il­leri geçiyorlardı. Sonuçta Hazar'a ulaşmışlardı. Selam Bakü, selam durgun deniz!
Bakü yazları sıcak olur. Hele yayla iklimine alışık kişi­leri tümden bunaltır. Kızgın yaz sıcağında Revânî'yi önce bir terleme sardı. Ardından bir titreme aldı. Korkunç bir hasta­lığa yakalanmıştı. Bir Azeri sırtlayıp hastaneye götürü­yordu. Ama Azeri de sırtındaki ağır yükü taşımaya dayana­mıyordu. Hastaneye yaklaştıklarında gösterdi:
“İşte hastane ora, gedebilersen mi?”
“Gederim” diye karşılık verdi Revânî.”
Hastaneye doğru kendini zor sürüyordu. Hastanenin yem­yeşil bahçesine zor ulaştı. Bahçe üzüm asmalarıyla doluydu. Serinlik içinde ekşi üzümlerden yemeye başladı. Bir süre sonra hastalığı geçmişti. Artık bu gurbetlik de yeter olmuştu. Anasının öldüğünü düşünde görmüştü. Nitekim birkaç gün önce babası Ali Efendi' ye bir mektup yollamış, içine bir de deyiş yazmıştı. "Ben de düştüm Acemistan eline, alışmadım Acemlerin diline" diye uyak tutturmuştu.
Bahçeden çıktı. Artık kışlaya uğramayacak, Sivas'ın yolunu tutacaktı. Yolda bir arabacıya rastladı. Batı'ya doğru gidiyordu. Yolları birdi. Birlikte yolculuk edeceklerdi. İyi bir adamdı arabacı.
“Yahşı çörek, yahşı gatığ, diye yiyeceğini sunmuştu. Birlikte Gence'ye doğru ilerliyorlardı. Azeri yolcu köy yoluna geldiğinde ayrıldı. Revânî daha yolun başlangıcındaydı. Yüzlerce km.lik yolu yürüyerek tek başına alacaktı. Köy”ler­den yiye­cek toplayacaktı. Dağları aşacaktı. Tanımadığı in­sanlarla yolculuk yapacaktı. Bir süre sonra o da ekmek bul­mak için bir köye girdi. Bir kapıda yaşlı bir Azeri içeri çağır­dı:
“Gel hele ağa, hardan gelirsen, hara gedir­sen?"
“Türki İstanbuli'yem. Askerem."
“İstanbul harda sen harda? Burdan İstanbul' a getmak ola­bilemez. Ola ki sen galısın burda. Ha İstanbul, ha bura fargı yohdu."
Ayran geldi, meyve geldi. Söyleşi koyulaştı. Yaşlı Azeri sordu:
“Şiisen ya Sünnisen?"
“Şiiyem."
“Çoh yahşıdır. Sen galasın burda. Benim gızı da verim sana. Sen menin oğul olasan!"
Azerbeycan içlerindeki bu köyün adı bile anılarında kal­mayacaktır Revânî'nin. Ama altı ayı aşkın süre orda dostça yaşamıştır. O Azeri kızı ise yalnızca bir görüntüdür. Elini sürmeye­cekti. Mamaş'ta kendini bekleyen babası var”dır, ba­cıları vardır ve eşi vardır. Bir gün tarla sularken suyun başına beli saplayıp, Sivas'ın yolunu tutacaktır. Gerçekten de Revânî, bin bir zorluğu aşarak Mamaş'a ulaşmayı başardı.
1919 yılı olmalıydı. Aradan bir iki ay geçti ya da geçmedi. Yeniden askere çağrıldı. Oysa her şey bitmişti. Devlet diye bir şey kalmamıştı. Top kamaları İngilize teslim ediliyordu. Mustafa Kemal diye bir paşa Sivas'a gelmişti. Sivas'ta Saray'ın balkonundan halka durumu anlatıyordu. Genç Revânî bu ortamda güvenlik güçleri arasındaydı. Akşam ka­ranlığını aydınlatmak için fenerler yakmakta, halkın ara­sında geziyor, güvenliği sağlıyordu. Halk arsında konuşulanlara kulak verdiğinde halkın umutsuzluk içinde olduğunu ve Paşanın sözlerine inanmadığını görüyordu.
Halk kendi arasında "Yahu bu Paşa ne söylüyor? Devlet mi kaldı ki?" diye söyleniyordu. Sivas’ta ıop kamalarının toplanıp İngilizlere teslim edildiğini duymuşlardı.
 O günlerde geleceği iyi gören bir okumuşla karşılaştı. Bu, Baytar Rıza Bey, adlı Alevi baytardı Asker Revânî'ye şöyle dedi:
“Veli oğlum, yeni bir devir başlıyor. Göreceksin, Mustafa Kemal bütün düşmanı kovacak. Devletimiz çok güçlü olacak. Güle güle askere git ve bütün benliğinle savaş. Güzel günler gö­receğiz.”
Revânî yaşamı boyu Baytar Rıza Beyin 12 bu söz­leri unutmayacak ve onun ileri görüşlülüğüne de hep hayran kala­caktı. Kurtuluş Savaşında Revânî, süvari çavuşuydu. Fahrettin (Altay) Paşa komu­tasındaki süvari alayında görev yapıyordu.
Ateş ve barut kokusu içinde bir yaşamdı Kurtuluş savaşı yılları.  Revânî, ölümle kardeş gibiydi. Aynı birlikte Mamaş'tan bir de Ali vardı. Kurtuluş savaşına “Gönüllü” kamıştı. Bu yüzde ordudaki adı Gönüllü Ali’ydi. Gönüllü Ali, deli dolu, pırıl pırıl bir adamdı. Yaptığına önem vermezdi. Ölümden hiç korkmazdı. İyi biniciciydi ve atına iyi bakardı,  Bir suvari için en değerli silah atıydı. Gönüllü bu bakımlı atı ile iki kez Revânî'yi ölümden kurtara­caktı.
Birinde, bir geri çekilme sırasında Revânî' nin bakımsız atı geride kaldı. Yunan süvarimizi amansız biçimde izliyor­du. Gönüllü Ali, Veli Çavuş'un (Revani) geride kaldığını an­layınca atını çevirdi, Veli Çavuş'u terkisine alıp birliğe ye­tiştirdi. İkinci kurtarışı ise 1922 yılında büyük vuruş sırasın­dadır. Süvari birliği, Yunan'ın kaçış yollarını kesmişti. Fahrettin Altay'ın emri üzerine, Veli Çavuş, şaşırtmak için küçük bir birlikle atışa başladı. Ama Yunan ordusu, bu küçük şaşırtma birliği üzerine korkunç bir grup ateşi açtı. İkinci bir ateşte bütün birlik yok olacaktı. Albay birliğe emir ulaştır­mak istedi. Gönüllü Ali Onbaşı, Veli Çavuş olduğu için bu emiri üstlendi. Top atışları arasından tepeye tırmandı."Veli Çavuş, hemen kaçın" diye bağırıp atını yüz geri etti. Veli Çavuş yine yüzde yüz ölümden kurtulmuştu13 .
İki yıllık kurtuluş tüm zorluklarına karşın, tatlı anılarla süslü kalacaktır belleğinde. Mustafa Kemal'den ise hep hay­ranlıkla söz edecektir. Osmanlı'da yaşadığı beş yıl süresince açlıklar, yokluklar arasında yaptığı savaşlar yanında, Kurtuluş savaşı bir varlıklar, zenginlikler savaşıdır. Açlık görmemiştir, çıplaklık gör­memiştir. Gediz'den başlayan adım adım geri çekilme bitip tükenmeyen umutları umutsuzluk­ları ile düşlerine girmişti. Uşak ile İnönü arasında bir yerde olma­lıydı. Bir bozkır akşamında arkadaşı ile söyleşiye başlamış­lardı. Arkadaşı anlatıyordu:
“Veli çavuş, savaşta en yüce mertebe şehitlik mertebesidir. Şehitlik mertebesi kutsaldır. Babam Çanakkale'de şehit oldu. İnşallah ben de şehitlik mertebesine erişirim."
O günün sabahı düşman çemberinde kalmışlardı. Komutan askerlere "birbirinizle helalleşin. Çemberi yarmaya çalışa­cağız. Ölenlerimiz şehit, kalanlarımız gâzidir" diye ses­lendi. Bütün erat birbiri ile helalleşti. Beyaz bayrak çekildi. Çembere doğru yaklaşıldı. Ve tam çembere yaklaşıldığı anda "Allah, Allah" bağrışları ile yalın kılıç çembere yüklenildi. Çember yarılmış alay kurtulmuştu, ama onlarca şehit vardı. Revânî'nin akşam konuştuğu arka­daşı da şehitler arasınday­dı. Ve o gün şehit düşen bir subayın ardından komutan Fahri Paşa sabaha kadar ağlamış, ağlamıştı. [2]
Sakarya önlerinde duraklama ve yeniden ileri yürüyüş, ya­şamının birer kesitleridir. Onun için Sakarya savaşı çok kısa sürmüştü. Aylarca süren geri çekilişin ardından yorgun ve bit­kin Sakarya önlerine geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa gel­miş, süvari alayına şöyle seslenmişti:
“Süvariler, başarı ile görevinizi yerine getir­diniz. Sağolun. Şimdi dinlenmeyi hak ettiniz. Bir hafta dinlenin. Sağolun.
Doğu cephesinde ne kadar açlık çektiyse, Yunan cephesin­de o ölçüde uykusuzluk çekmişti. Doğu cephesinde ekmeğe do­yum olmayacağını düşünürdü. Şimdi uykuya da doyum olma­yacağını düşünüyordu. 22 gün sü­recek Sakarya savaşı onun bel­leğinde 24 saat sonra bitmişti.
“Süvariler, kalkın. Yunan bozuldu. Peşini bırakmayın!
Uykuya doyamadan atlarına binmişler Yunan'ı kovala­maya başlamışlardı. Sakarya ırmağını tam geçecekleri sıra­da Yunan köprüyü patlatmıştı. Bu kez de ırmağın kaynağını dolaşmaları buyrulmuştu. Üç gün sonra ırmağın kaynağını do­laşıp Yunan mevzilerine dayanmışlardı. Ama artık Yunan iyiden iyiye yerleşmişti. Bir yıllık ateşkes dönemi başlaya­caktı. Uykuya şimdi doyulabilirdi.
Bir yıl sonra Afyon önlerinde başlayan ileri yürüyüş, İzmir'de bitecekti. Revânî İzmir'e ilk giren askerler arasın­daydı. Kafasının içinden bir anda şimşek hızıyla son dört yılı geçti. 1918'de Bakü'dan Hazar'ı görmüştü. Şimdi İzmir'den Ege'yi seyrediyordu. Azeri söyleyişi ile "Hazar harda, Ege harda?" dedi. Ve ardından ekledi "Mustafa Kemal Paşa harda, Enver Paşa harda?" Biri Dimyat'a pirince gi­derken evdeki bulgurdan olmuştu, öbürü ev­deki bulguru kurtarmıştı.
Bakü ile İzmir, ne çok benziyordu birbirine? Güzel kentti İzmir. Savaş bitmişti. Revânî üç madalya kazanmıştı. En gü­zeli ise kırmızı şeritli İstiklal madalyasıydı. Şimdi yüzbaşı olarak or­duda kalabilirdi. Komutanı da üsteleyip duru­yordu.
“Yarın sırımlı çarık ayağını kesecek. Tarlada çiftin arka­sında öküzü kovalamakla ge­çecek yaşamın. Bırak artık dik­başlılığı. Bak savaş bitti. Kal şu İzmir'de!"
Biraz da aklı yatmıştı komutanın söylediklerine. Ciddi ciddi orduda kalmayı düşünüyordu ki, kendisi gibi asker olan Kamber geldi:
“Veli, herkes şimdi köyde bulgur öğütüyor, türkü söylüyor­dur, bizim ne işimiz var burda?"
Evet, köyde türkü vardı, cem vardı, söyleşi vardı, anılar vardı. Çocukluk yılları vardı, baba vardı, avrat vardı. Ya İzmir'de ne vardı? Kamber haklıydı. Komutan ne söylediyse kulağına girmedi. Tezkereyi aldığı gibi Mamaş'ın yolunu tuttu.
Köyde bir dizi değişiklik olmuştu. Yaşlılardan kimileri ölmüştü. Gençler sıra sıra askerden dönüyordu. Düzen yeniden kurulu­yordu. Tarlalar sürülüyor, bağ bahçe düzene giriyordu. Baba Ali Efendi iyiden iyiye yaşlanmıştı. Ama çok şükür onu da sağ görebilmişti. Bir güz sabahında baba Ali Efendi oğul Revânî'ye şöyle seslendi:
“Veli oğlum, bugün bir düş gördüm.”
“Ede hayrola, anlat bakalım.”
“Hayra karşı gelesin. Bütün kızlarım beni ziyarete geldi. Önce Güşü ile Güher, sonra Fatma geldi. Ve ardından bir boz atlı adam gelip beni aldı gitti.”
“Çok güzel görmüşsün ede”.
Kuşluk zamanıydı. Baba Ali Efendi'nin söylediği sıra ile komşu köylerde gelin olan ablalar gelmeye başladı. Güşü ile Güher geldi.
“Edem nerde” diye sordular.
“Köyün içinde geziyor” diye evdekiler yanıt verdi. Baba Ali Efendi'nin sağlığı yerindeydi. Kızlarının endişesine gerek yoktu. Ardından Fatma geldi. O da aynı soruyu sordu. Tümü düşlerinde edelerini görmüşler, görmeye gelmişlerdi. Başka bir nedeni yoktu.
Öğle üzeri Ali Efendi eve geldi. Kızlarıyla topluca yemek yedi. Durumlarını, geçimleri sordu. Söyleşti yaptı. Akşam geç saatlere değin söyleşi sürdü. Gece bir saatte Revânî'yi bacılarından biri uyandırdı:
“Edeme birşey oldu.”
Baba Ali Efendi, cemlerin yapıldığı eski büyük evlikte yatıyordu. Titriyordu. Revânî, iyi gelir düşüncesiyle bal şer­beti yaptırdı. Ali Efendi içti ama titremesi geçmedi. İyiden iyiye yatağa gömüldü. Öleceğini söyledi. Bir iki va­siyette bu­lundu. Ve son sözü "Ver elini Ya Ali oldu!.."
Revânî, Fazilet kitabının kıyısına eski yazı ile ölüm günü­nü yazdı:
"Pederim Ali Efendinin rucu”u vefatı Rumî 1341. (1925) Şah İbrahim Veli evlatlarından mümin kariyesinden Kurt Velizâde Ali Efendi' nin vefatı teşrinevvel (ekim)."[3]

Revânî babasının ölüm gününü yazmamıştı. Belki de 20 ekimdi. Dedesi Kurt Veli 20 Ekimde Suzânî'nin oğlu Gâzi 20 ekim 1936'da öldü. Yıllar sonra kendi oğlu Mehmet Ağa, 20 Ekim 1946'da doğacaktı. Bu 20 Ekim günü Bozkurt ocağının yaşamında garip bir gündü.
*
1950 yılı ile birlikte köylü toplumda söz sa­hibi olmaya başlamıştı. Değişik patilerden mil­letvekili adayları, parti­liler köylere uğruyorlardı. Tek parti döneminin ardından bir rahatlama olmuştu. Bu yıllarda Revânî, Yüzübenli ve başka bir köylüsü ile birlikte Kerbelâ'ya gitti. Serin bir güz günü gitmiş, kara kışta dönmüştü. Dönüş günü iki metreyi aşkın kar üzerinde tüm köylü yolunu bekliyordu. Güneşli, aydınlık bir gündü. Bütün köylü, köyün çıkışındaki düzlüğe toplanmıştı. Köye bir saat uzaklıktaki istasyondan karşılayıclar alıp gelmişti. Zemzemler, kutsal taşlar kokular kutsal topraklar gelen anılardı. Bütün köylü top­luca Revânî'nin evine geldi. Büyük odada top­lanıldı. Yiyip içtikleri onların olmuştu, gö­rüp geçirdiklerini anlatıyorlardı. Hurma, kuru üzüm gibi yi­yecekler ortaya kondu. Revânî iki eşinden birine ve kendisine üzeri yazılı kefen getirmişti. Büyük bir incelikle büyük karı­sına kefeni verdi. Ve kavga koptu. Bula bula bunu mu bulup ge­tirmişti kocası? Bu kış gününde bütün köye eğlencelik bir konu çıkmıştı.
Alevi toplumunda inançlar dolu dolu yaşıyordu. Daha kentleşme süreci başlamamıştı. Malatya'dan Tokat'a Sivas'tan Çorum'a uzanan köylerde Alevilik dolu dolu yaşı­yordu. Köylerin birbiri ile bağlantısı sürüyor, uzak köylerdeki kişiler birbirini tanıyordu. Ziyaretler, dedelikler birbirini iz­li­yordu. Revânî kış aylarında cemleri sür­dürüyordu. Cemlerde Silisli Âşık Murtaza hep yanında oluyordu. Uzak alanlara ulaşıyorlar, cemler yapıyorlar ordan başka köylere geçiyor­lardı. At sırtında karlı dağlar aşılıyor, köyler geçiliyordu. Bıyıklar buz tuyor, soluklar donu­yordu. Alevilik öğretisi tüm zor koşullarda sürüyordu. 1956 yılında köye ilkokul yapıldı. Büyük bir eğitim kurumu köye gelmişti. Okulun yapımına öncü olan Sivas valisi Kadri Eroğan'a bir övgü yazdı. Benzer de­yişleri Yüzübenli, Kemteri, Efgânî de yazmışlardı.
Ankara 28 Kasım 1967 tarihini yaşıyordu. Küçük kardeşi, oğulları, torunları, yeğenleri, talipleri, eşi dostu yanı başın­daydı. Son büyük dedelerden biri yaşama elveda ediyordu. Son cemi 1966 yılında Malatya'nın Eğribük köyünde yapmıştı. O cemde son cem olduğunu da belirtmiş, artık görüşemeyeceğini söylemişti. Gerçekten de öyle olmuştu. Yumuşak yaratılışlı Revânî, kimseyi düşman etmeden yaşamdan ayrılmıştı. Bütün yaşamını da derviş gibi yaşayarak geçirmişti. Bir sürü deyiş yazmış, ama hemen hiçbirini önemseyip yazıya geçir­memişti. Yalnızca on üç deyişi belleklerde kalmıştı. Bunlardan "Medet Allah muharremdir, muharrem" yinelemeli deyişi ise cem­lerde ağıt olarak söyleniyordu. En güzelleri yergi özelliği ta­şıyan demeleri unutulmuştu.

                               1
Kabul olmaz şu cihanda dileğim
Varıp bir gerçeğe kul olmayınca
Her veli nimetin ılıp kaldırmaz
Sahib-i Zülfikâr Ali olmayınca

Hayatından mematından geçemez
Değme merdan aşk meyinden içemez
Güvercin donuna girip uçamaz
Hünkâr Hacı Bektaş Vel olmayınca

Didelerim mahsun olur hiç gülmez
Tabipler derdime derman bulamaz
Her mürşit ölüyü diri kılamaz
Sultan Şah ibrahim Vel olmayınca

Derya gibi dalgalanır taşırır
Özün bilmez seni yoldan şaşırır
Her dede halledip çiğ mi pişirir
Seyit Ali Kızıldeli olmayınca

Üç sünneti yedi farzı bilemez
Revânî'm dünyada birşey dilemez
Ruy-u siyahımı kimse silemez
Kerbelâ şahının eli olmayınca

                        2
Kardeşler'de çevirdiler yolumu
Şu benim halimi sor vali paşa
Kaçırdılar bir teneke balımı
İşimden ettiler dur vali paşa

Zalim hırsız kendi nefsine uymuş
Balı yemiş tenekeyi boş koymuş
Benim gibi nice fakirler soymuş
Şu benim hesabım gör vali paşa

Yirmi kilo koymuş idim bu kaba
Haşa, hilafım yok bu sözde tövbe
İçinde azığım bir beyaz heybe
Bu iş başa geldi sor vali paşa

Vali beye beyan kıldım hâlimi
Ya ver parasını ya bul balımı
Terbiye etmezsen böyle zalimi
Olur vilayete ar vali paşa

Revânî'yim anlamadım bu işi
Kırılsın çenesi dökülsün dişi
Balı yiyen on beş, yirmi kişi
İstersen şahitim var sor vali paşa

                        3
Bir arzuhal yazdım Ziya Bey sana
Şu benim halimi bil kerem eyle
Bizi çıplak koymak düşmez şanına
Beni bir eline al kerem eyle

On bir nufüs efradım var giyecek
Sen ihsan eylesen kim ne diyecek
İhtikârlar sanki bizi yiyecek
Şanına düşeni kıl kerem eyle

Sizden alır malı saklı satarlar
Adaleti bir tarafa atarlar
Herkes kazancına hile katarlar
Aktı gözüm yaşı sil kerem eyle

Ne nöbet var, ne sıra var almaya
Tahammülüm yoktur burda kalmaya
Bineğim yok gidip geri gelmeye
Kış günüdür uzak yol kerem eyle

Otuz metre basma otuz da ak bezi
Olursa çok olsun istemem azı
Evimin kalmadı bir damla gazı
İşte sana mâlum hâl kerem eyle

Ezelden bilirim bir ehli dilsin
Gülşan bahçesinde açılan gülsün
Sen bilmezsen, ahvalimiz kim bilsin
Büküldü kemendim hâl kerem eyle

Reis beye beyan ettim derdimi
Eksik etmez elden gelen yardımı
Revânî'yim azuhâlim vardı mı
İhtiyacım lütfen sal kerem eyle

                        4
Şu cihanda kimse bâki kalamaz
Cennetten çıkınca ol safiyyullah
Muradına maksuduna eremez
Azrail gelince el- hükm-ü ullah



Ağla deli gönül durmayıp ağla
Hüseyin aşkına karalar bağla
Karış ummanlara sularla çağla
Kerbelâ aşkına fi sebiyyullah

Erdebil'de yatan gül yüzlü Şah'ım
Kıblegâhım, secdegâhım, penahım
Şu iki cihanda hem mihri mahım
İmanım büsbütün hasbeten illah

Revânî elime aldım sazımı
Kabul eyle niyazımı nazımı
Aman Şahımerdan ver niyazımı
Dedik suçumuza estağfurullah

                        5
Bildin azimetin bizim ellere
Bir mektup vereyim dur seher yeli
Validemin mergadına hâkine
Sür yüzün selamın ver seher yeli

Ben de düştüm Acemistan iline
Alışmadım Acemlerin diline
Mektubumu kardeşimin eline
Kendi elin ile ver seher yeli

Dayım yok ki mektup yazam dayıma
Dayanamam gurbet elin yayına
Yüzlerimi pederimin payına
Sür yüzün selamım ver seher yeli

Revânî'yım böyle söyler dillerde
Havadis gelmez postalarda tellerde
Mektup gelir deyi gözüm yollarda
Yolların kesti mi kar seher yeli



                        6
Hüseyin'in düştü gül cismi zemine
Medet Allah muharremdir muharrem
Haber ver, Hz. Cibril Emine
Medet Allah muharremdir, muharrem

Huda bahseyledi Cibril Emine
Hüseyn'im debrederdi şirine
Düşüptür hâke nazır-ı zemine
Medet Allah muharremdir, muharrem

Hatica, Fatıma, Meryem'le Sara
Çekip Mansur gibi özünü dara
Yolar saçlarını Hazreti Zehra
Medet Allah muharremdir, muharrem

Bağladılar Fırat'ın yollarını
Kesipler Abbas'ın hem kollarını
Susuzluktan kuruyan dillerini
Medet Allah muharremdir, muharrem

Bugün harap edipler ehl-i beyti
Takıplar boynuna zincir kemendi
Necef Şahı buna nasıl dayandı
Medet Allah muharremdir, muahrrem

Yakıldı Kasım'ın kandan kınası
Yıkıldı Ehlibeyt'in hem binası
O toyda enbiyalar çekti yası
Medet Allah muharremdir, muharrem

Bugün kesildi yetmiş iki kurban
Ciğerler parçalandı, oldu büryan
Soyuplar Ehlibeyt'i kaldı üryan
Medet Allah muharremdir, muharrem

Bugün kan ağladı çarhı felekler
Ki tebdilin şaşardı hep melekler
Bugün kabul olur kamu dilekler
Medet Allah muharremdir, muharrem

Alekberin sinesin dağladılar
Sâkine'yi katere bağladılar
Arşı kürsü semavet ağladılar
Medet Allah muharremdir muharrem

Teşnelikten mehd olan asırlara
Ceddi paki Mustafa ve Haydar'a
Ruzu mahşerde kıl şefaat Revânî kemtere
Medet Allah muharremdir muharrem

                        7
Merhametli şahım şekavetkAnı
Mürvet Şahımerdan sana sığındım
Bir mürvete bağışlarsın bir kanı
Mürvet şahımerdan sana sığındım

Mergadın üstünde nurlar saçılmış
Nice gözsüzlerin gözü açılmış
Şehitlere hülle donu biçilmiş
Mürvet Şahımerdan sana sığındım

Hatice Kübra'yla Fahr-i kAinat
Ümmetine etti seni emanet
Münafıklar kıldı türlü hakaret
Mürvet Şahımerdan sana sığındım

Erzen'de Selman'ın carına eren
Arş yüzünde aslan donuna giren
Mahrum kalmaz dergahına yüz süren
Mürvet Şahımerdan sana sığındım

Kur'an'da metheder hazreti Hüda
Bizi din darından eyleme çüda
Kapına gelmiştir Revânî geda
Mürvet Şahımerdan sana sığındım

                        8
Saâdetli devletin dindar valisi
Çok şükür bu yana revan eyledin
Vilayete verdin şanı şerefi
Gün gibi sen seni ayan eyledin

Böyle vali gelmemişti payende
Kimse bilmez bir hikmet var mayanda
Kurt koyunla gezer oldu sayende
Vilayeti Mehdi devran eyledin

Beyim haberdarsın her bir ümürdan
Nüfusun evliyadan, ümmetin pirden
Nice fakirleri kurtardın dardan
Bize bu okulu ihsan eyledin

Gayri geçti taassubun çağları
Asfalt yaptın tepeleri dağları
İhya ettin bahçeleri bağları
Hakikate layık ferman eyledin

Revânî bu sözün olsa hulasa
Halim arzedeyim ol haslar hasa
Böyle vali gelmemişti Sivas'a
Büsbütün köyleri hayran eyledin

                        9    
Gel ey gönül bir nasihat edeyim
Ahiri faydasız dara düşersin
Kimsenin hakkına eyleme taarruz
Encamı ah ile zara düşersin

Sabr-ı tahammül kıl cevr-i cefaya
Meyil verme burda zevk-i sefaya
Muhabbet şehrini verme yağmaya
Pervaneler gibi nara düşersin

Entamut sırrına olasın yakın
Haramadan, ziyandan yalandan sakın
Nefse uyup yeme mazlumun hakkın
Yılanı çok bir mezara düşersin

Görüp duymadığın sözü söyleme
Darılıp birine bühtan eyleme
Hasetten pahıldan bir şey dileme
Garip Mansur gibi dara düşersin

Tamahkârın daim meyli nardadır
Koğu gıybet edenin yüzü karadır
Revânî'nin sözü sağ ikraradır
Gül iken çevrinir hara düşersin.
                       
                        10
Yücesinde dertli dertli ötüşen
Eğlen tarif edem yolu turnalar
Gök yüzünde ak buluta karışan
Islanmış kanadın telli turnalar

Pamuk gibi ak beyazdı elleri
Bülbül gibi seda verir dilleri
Bağlamada yanık sarı telleri
İşitse ah eder ölü turnalar

Kerem kıl nameyi götür kardeşa
Fırak-ı hasretle yandım ateşe
Mevlam uğratmasın yollarda kışa
Soldu has bahçenin gülü turnalar

Garip bikes kaldı gurbet ellerde
Şimdi mektup gözler gözü yollarda
Sivas'ın çevresi yüce bellerde
Terk etti vatanı ili turnalar

Abdül Vahap tekkesini arzetti
Yaşı kırk dokuzdan elliye yetti
Şu fani cihanı terk edip gitti
Nesli Şah İbrahim Veli turnalar

Revani niayzım her zaman budur
Mevlam dergahından eylemesin du
Bir ismi serdardır, bir ismi gafur
Cümle velilerden ulu turnalar

                        11
Ankara şehrine basınca kadem
Çok şükür mekteb-i irfanımız var
Erişti murada hep millet bu dem
Gamdan hâlâs olduk, devranımız var

Burda âşıkları korlar mihenge
Her taraf bezenmiş bir türlü renge
İndi şanlı ordumuz nam-ı firenge
Semaya set çeken tayyaremiz var

Adalettir bu milleti yaşatan
Yetişmekte bahçemizdeki fidan
Türkiye'ye ziya verip ışıtan
Atatürk Gâzi Kemal'imiz var

İhya oldu vatan yapıldı yollar
Vasfını etmeye azizdir diller
Temennamız budur yaşasın binler
Hatadan saklayan süphanımız var

Alınırsa kelâmımız piyasa
Ne kadar meth etsek gelmez kıyasa
Kazamız bağlıdır şanlı Sivas'a
Kongreyi kuran bürhanımız var

                        12
Zahirde batında gezen erenler
Yatan, ne yatarsın uyan dediler
Erdebil'de Şah İbrahim elinde
Alıban bâdeyi iç kan dediler

İçiben bâdeyi oldum mestane
Ellerim bağlayıp durdum divane
Kül oldum aşk ile ben yane yane
Bu aşkın oduna sen yan dediler

Revânî çok şükür biz olduk ruşen
Tamu görmez sevdiğine karışan
Mümünlikte gerek elbet bir nişan
Hakkın birliğine güven dediler

                        13
Bir arzuhal yazdım şahlar şahına
Sabır köşesinde otursun demiş
Gail olsun Hak'tan gelen cefaya
Ekmeğini suya batırsın demiş

İnanmasın bivefanın fendine
Dolaştırır seni aşk kemendine
Mülk olur sanmasın dünya kendine
Türlü hizmetlerin yetirsin demiş

Zalimin zulmüne tahammül eyle
Budur âşıkların âdeti böyle
Alem sultan olsun sen kulluk eyle
Kul olsun pazarda satılsın demiş

Zahiri ne ise batında odur
Zahirden batına dos doğru yoldur
Hakkın rahmetleri her şeyden boldur
Sırası geldikçe yetirsin demiş

Revânî'nın derdi inmiş derine
Yeniden bir sevda düşmüş serine
Tayin edek üç yüzlerin birine
Sırası geldikçe katılsın demiş.





[1]Asıl adı Kurtveli (Bozkurt) olan Revani’nin doğum tarihinde karışıktır.  Nüfus kayıt örneğinde 01. 07. 1900 doğumlu olduğu ve 28. 11. 1967’de öldüğü kayıtlıdır.  Bu tarih evde bulunan el yazması Fazilet kitabının kıyısında 1315 doğumlu olduğu yazısı ile örtüşmektedir.
Ancak Milli Savunma Bakanlığı kayıt künyesinde 1313 (1897-98) Zimyan köyü doğumlu olduğu kayıtlıdır.  Lakabı Yusufoğullarından, baba adı Ali olarak belirtilmiştir. Bu belgede “Şahsın doğum yarihi 1316 (1900) değil, 1313 (1897) yazılıdır” notu düşülmüştür. Askerlik künyesindeki bu farklılık Revani’nin birinci Dünya Savaşı öncesinde boylu boslu olması yüzünden 15-16 yaşlarında askere alınmasından kaynaklanıyor olmalıdır.

Askerlik künyesinde Revani’nin yedi yıllık askerlik serüveninin açıklaması şöyledir:
*K 3 Süvari Makineli Tüfek bölüğünde müstahdemdir.
*Tahkik edilmek üzere jandarmaya yazıldı. 24 Teşrin-i sani 1337.
*Ankara'da asker olduğu kariyesi muhtarının ifadesiyle, 16.01. 1338 muhtar-ı sani  (mühür) muhtar-ı evvel (mühür(, İmam (imza)
*Merkum Süvari Üçüncü Alayda müstahdem olduğu, mezkur alay kumandanlığının 08. 03. 1338 tarih ve 410 numaralı telgrafıyla şerhtir. 22. O3. 1338.
“Merkum, 13 Temmuz “1335 tarihinde duhul ederek, çavuşlukla terhis olduğu Fırka 14 Süvari Alay 3. Tabur  1 Kumandanlığının 15 Temmuz 1339 tarih ve  20 numaralı tahriratıyla şerhtir.
*Merkum Alay 3. Süvari Kumandanlığının 27. 11. 1339 tarih ve 25 numaralı tahriratıyla muharrebat-ı ahireden dolayı harp madalyasıyla taltif ve postahaneden vürud ederek yedine verilmiştir.

12 Baytar Musa Rıza Bey Divriği'nin Norşun (yeni adı Eskibeyli) kö­yündendir.  Eskibeyli, Garip Musa ocağına bağlı Türk köyüdür. İlk Türk ve­terinerlerindendir. 1890 Norşun doğumlu Musa Rıza, bebekken anasının ölümü üze­rine İstanbul'da bulunan amcasının yanına gönderilmişti. Komiser olan amcasının yanında orta öğretimini yaptıktan sonra askeri baytar mektebinde yükseköğrenim yapıp askeri baytar olmuş. Anlatılan anılardan İttihat ve Terakki yanlısı bilinçli bir Türkçü olduğu anlaşılıyor.  Soyadı yasası çıkınca Doğan adını almıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında denetimdeyken 1943 yılında attan düşerek ölmüş. Mezarı Adana şehitliğinde adsızlar bölümünde bulunuyor. Bilinçli Türkçü ve ateşli bir Kuvvayı Milliyetci Sivas eski milletvekillerinden gazeteci Nihat Doğan'ın babasıdır. Nihat Doğan, 1936 yılında babası Musa Rıza Bey Niğde’de veteriner müdürü iken bir gece Baytar Nuri Dersimi’nin kadın giysileri içinde evlerine geldiğini, babası ile konuştuklarını, şafak sökerken gittiğini anlattı. Bu olay Nuri Dersimi’nin Suriye’ye kaçışı öncesine rastlıyor. Büyük olasılıkla Nuri Dersimi kendisinde destek istemiş, bilinçli bir Türk uluscusu Musa Rıza Beyden destek bulamamış olmalı. Nuri Dersimi anılarında bu görüşmeden ve Musa Rıza Beyden söz etmiyor.

13 Gerçek adı Ali Palancı olan Gönüllü Ali Onbaşı 1950'li yılların or­talarında açlık, yokluk içinde öldü. Öldüğünde elli yaşında değildi. İmamlara aylık bağlayan Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı gazilerinin farkına ancak 1960'lı yılların ortalarında sokaklarda İstiklal madalyaları ile dilenmeye başladıklarında vardı ve ancak 1970 yılında çok az sayıda kalan gaziye aylık bağladı

[2] Revani’nin anılarında geçen bu olay İnönü savaşları içinde geçtiği anlaşılıyor. Şehit düşen  komutan Süvari Yarbay Nazım Bey olmalı. Kurtuluş Savaşı belgelerinde 10 Ocak 1921 tarihinde böyle bir çemberde kalma olayı anlatılıyor.4. Tümen komutanı Yarbay Nazım Bey, iki süvari takımı önünde atlı atılışı yapmak zorunda kalmış, ve bu arada şehit düşmüştür. 

[3]Büyük Ali Efendi adıyla anılan ocak büyüğünün Nüfus kayıtlarında 1852 Zimyan’da doğduğu ve 1925’ta aynı köyde öldüğü yazılı bulunuyor. Aile arasında ise Malatya Sülmenli köyünde doğduğu söyleniyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder